İnsanlar gibi milletlerin de birer kaderi var.
Bu kaderin şekillendiği ve ortaya çıkdığı alansa tabii her milletin vatan edindiği toprak parçası.
Bu bakımdan milletler ve vatanları arasında çözülmez bağlar bulunduğunu söyleyebiliriz.
Kendimizden örnek verecek olursak, Çağrı Bey’le Tuğrul Bey’in bundan bin yıl önce bizleri getirip yerleştirdikleri ülke ile oraya yerleşen insanlar, yâni bizler arasındaki ilişki, târihimizin teşekkülü bakımından da belirleyici olmuşdur.
Gelip Anadolu Yarımadası’na değil de meselâ Karadeniz’in kuzeyindeki geniş ovalara yerleşmiş olsaydık herhalde asırlar boyunca gelip oralara yerleşen diğer Türk kavimlerinin âkıbetinden kurtulamayarak Slavlaşıp giderdik. Nitekim oraları yurd edinen milyonlarca Türkden bugün geriye iki üç yüz bin Kırım Tatarından başkası kalmamışdır.
Ama Anadolu’ya gelen toplam 250.000 Oğuz Türkü, üstelik hepsi aynı anda değil yıllarca süren aralıklarla ceste ceste gelmelerine rağmen, 11 ve 12. Yüzyıllarda Anadolu’nun aslî ahâlîsini teşkîl eden altı milyon nüfus arasında erimemiş, tersine, onlardan önemli bir bölümünü kendine benzetmişdir.
Üstelik burada kurdukları devlet kısa sürede Avrupa’nın ve bütün Önasya’nın en kudretli politik organizasyonu konumuna gelmiş ve bu konumu ancak pek de uzak olmayan bir mâzîde kaybetmişdir.
Bakınız, Kırım Harbi (1853-1856) sona erdikden sonra toplanan Paris Barış Konferansı’nda “Düvel-i Muazzama” (Büyük Devletler, les Grandes Puissances) adı altında resmen vücud bulan yedi devlet kimlerdi:
İngiltere, Fransa, Prusya, Rusya, Avusturya-Macaristan, İspanya veeee... Türkiye!
Yâni artık ölüm döşeğinde yatan bir imparatorluk!
Bugün gidin yüksek okul mezûnu on Türke “Düvel-i Muazzama”dan kasıd neydi diye sorun, en az dokuzu Türkiye’nin de bunlardan biri olduğunu bilmez!
Çünki, aşağılık duygusu iliklerine işlediğinden, bunu havsalası almaz!
Nitekim Kemâl Tâhir gibi millî bilinci kuvvetli ve târih bilgisi geniş bir dâhî yazarımızda bile onun roman kahramanları “Düvel-i Muazzama”yı bizim dışımızda bir oluşum olarak kabûl ederler.
Oysa bu, hele o devir için, meselâ bugün birinin tutup da Türkiye NATO’ya üye değildir sanması gibi bir şeydi.
Beni burada asıl rahatsız eden, Türkiye’nin şu veyâ bu yerdeki/meseledeki pozisyonunu bilmemekden ziyâde o pozisyonu Türkiye’ye yakıştıramamak!
Türkçesi kendi milletini bu kadar aşağılık gören zihniyete isyân ediyorum!
Evet, Türkiye 1918’de “büyük devlet” olma statüsünü kaybetmişdir ama eşyânın tabiatı gereği tekrar o pozisyona dönmesi mukadderdir.
Çünki Anadolu’nun târihini incelerseniz buraya hâkim olan kavimlerin ya büyük devlet olduklarını ya da yok olduklarını görürsünüz. İşte Hititler, işte Doğu Roma, işte Bizans!
Bizler 1918’den sonra silinmeyip tam tersine tedrîcen yine kilid ülke konumuna girdiğimize göre istikbâlimiz bakımından karamsar olmamız yersizdir.
Yeter ki Tanzîmat’dan bu yana kapıldığımız aşağılık duygusunu artık terkederek, kibir ve azamet ahmaklığına da düşmeksizin kimliğimizi ve görevimizi yeniden tanımlayalım!
Yüce Önder’in bu dünyâdan ayrıldığı 1938 Yılı’ndan bu yana kendimizi hapsetdiğimiz çukur kaderimiz değildir.
Ne mutlu bizlere ki şu meşhur “Sokakdaki Adam” bunu kavramışa benzer!
Beni üzen, okur-yazar takımının aşırı çekingenliği.
Çok doğru, kendimizi aman dev aynasında görmeyelim!
Ama lütfen dürbünün tersinden de seyretmeyelim!
En önemli ihraç ürünümüzün
“istikrar” olduğunu da lütfen unutmayalım!