Dün işsizlik rakamları açıklandı ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 2012 yılı bütçesini değerlendiren hayli kapsamlı bir basın toplantısı yaptı. İşsizlik rakamları ile ilgili söyleyebileceğim tek şey, işsizlikte düşüş sürecinin durmuş olduğu ve bunun da, 2012’de yaşadığımız sert büyüme düşüşü kaynaklı olduğudur. Bakan Şimşek’in basın toplantısında da en önemli not bence, Hükümetin 2012 özelleştirme gelirlerini 2013 başında Hazine’ye tahakkuk ettirmesiyle, şimdiden 2013 özelleştirme hedeflerinin tutturulduğunu vurgulaması idi. Önemli, çünkü en azından buradaki rahatlık özelleştirme gibi çok önemli bir alanda hedef tutturma uğruna geçmişte ‘aceleyle’ yapılan yanlışların tekrarını önler. Ayrıca dün Başbakan Erdoğan grup toplantısında, ekonomide Türkiye’nin aldığı yolu özetledi. Başbakan’ın, haklı olarak, en çok vurgu yaptığı konu Türkiye’nin bu küresel kriz sürecini IMF ile bir stand-by anlaşması yapmadan geçiriyor olması.
Krizin ABD’de bir finans krizi olarak ortaya çıktığı yıl olan 2008 sürecinde biliyorsunuz AK Parti’yi kapatma davası da vardı. 2007-e-Muhtıra’dan itibaren alırsak süreç açıktır aslında. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü de kapsayacak şekilde AK Parti kurucu kadrolarının siyasetten uzaklaştırılmalarını ve partinin kapatılmasını istediği iddianameyi 14 Mart 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne sunmuştu. Ama aynı süreçte başta TÜSİAD olmak üzere büyük sermaye çevreleri de, 2008 yılı içinde, mutlaka IMF ile 20. stand-by anlaşmasının yapılmasını istiyorlardı. Anayasa Mahkemesi’nin iddianameyi kabul ettiği 31 Mart 2008’den 2009’un ortalarına kadar olan süreç çok ilginçtir. Hem kapatma davası hem de 20. stand-by talebi iç içe geçmiş bir süreçti. AK Parti kapatılmasa bile, kapatma davası ile uğraşan ve gücünü yitiren iktidar, ekonomide de bir ‘kaza’ olmasın diye IMF’ye razı edilecek ve süreç tam tersine dönecekti. Ama beklenmeyen bir şey oldu ve Başbakan Erdoğan, neredeyse tek başına, IMF ile anlaşma yapılmasına karşı çıktı. Öte yandan 2009 sürecinde darbe ve andıç davaları açıldı, kapatma davasına paralel hazırlık yapan ve Temmuz 2008’de Anayasa Mahkemesi’nin ‘kapatmama’ kararından sonra hareketlenen cuntacılar ve onların sermaye tarafındaki işbirlikçileri bu karşı çıkış karşısında hazırlıksız yakalandılar. Süreç tersine dönmeye başlamıştı. Türkiye’nin 2008 yılında kapatma davası ile uğraşması 2009 yılını kaybettirdi ve bu yıl büyüme, krizin de etkisiyle hızlı düştü, işsizlik arttı. Aslında bunu bazı büyük sermaye çevreleri de istiyordu; hatırlarsanız bazı büyük bankalar, aynı süreçte, toplu işten çıkarma gösterileri bile yaptı. Yine darbeci süreçlerin başından beri arkasında olan bildiğiniz medya 2008-2009 sürecinde Organize Sanayi Bölgelerini sokak sokak dolaşıyor, işten çıkarılmış işçileri buluyor, Türkiye’nin nasıl bir felakete gittiğini (!) anlatıyordu. 12 Eylül öncesi işçilerin grev çadırlarına saldırıları örgütleyen bu medya çevreleri birdenbire işçi sınıfının yanına iltica etmişlerdi nedense. Ancak hiçbir şey bekledikleri gibi olmadı, Hükümet, 2008 ve 2009 sürecinde, tıpkı e-muhtıradaki gibi boynunu eğmedi. Ama bu süreç, emin olun ki, e-muhtıradan da önemliydi. Çünkü ekonomide bildiğiniz o ezberler vardı; ‘IMF’nin dediklerini yapalım, yoksa batarız; neydi o dedikleri, şu: ‘Merkez Bankası geleneksel enflasyon hedeflemesi çerçevesinde sıkı para politikasından ayrılmasın, fiyat istikrarı ana hedef bütçede bütün sosyal harcamalar asgariye insin, faizler dünya ortalamasının üstünde olsun, kuru mümkün olduğunca sabit tutun, ücretleri düşürün, eğitim, sağlık reformlarını durdurun, dolaylı vergileri artırın, ulaştırma alanındaki altyapı yatırımlarını kesin.’ Bu anlayış aslında neoliberal iktisat anlayışının amentüsü idi ve bu amentü, yalnız cuntacı geleneğin, oligarşinin değil, akademiden ekonomi bürokrasisine değin birçok yapının ‘iktisat’ diye bildiği ezberdi. Ancak Başbakan’ın 20. stand-by olmayacak ısrarı süreci tersine çevirdi ve ekonomi yönetimi de burada fazla direnemedi.
AK Parti düşünmeli ve karar vermeli!
Bu anlamda 2010 yılı ilginçtir. Türkiye’de 2010 yılında ulaştırma, sağlık, eğitim alanlarında yapılan yatırımlar sayesinde ve ihracata dönük sanayileşme stratejisine Sanayi Bakanlığı’nın da önem vermesiyle önemli bir büyüme yakalandı. Tabii ki 2010 büyümesi 2011’de devam etti. Bu yeni büyüme anlayışı, ihracata dayalı yeni bir sermayeyi hızla yukarı çekiyordu. Bu, hem dışarıda hem ‘içeride’ rahatsızlık yarattı. Ve... 2012’de bu yola devam edemedik. Bunun niye olduğunu, 2010 büyümesi sayesinde 2011’de yüzde 50’yi bulan AK Parti tartışmalıdır.
Şunu söyleyebiliriz; bu yola devam etmek için Başbakan’ın 2008’deki stand-by konusundaki tarihi ve haklı ısrarını bir stratejiye çevirecek ekibe ihtiyaç var. Sanayi ve Ekonomi Bakanlıkları bu tarihi dönüşümü fark ettiler ve önemli çıkışlar, çalışmalar yaptılar. Ama onların çabaları tek başına yetmedi. Ben, Numan Kurtulmuş’un ekonomiye bakışının dereyi geçen Türkiye’yi açık denizde öne çıkaracağını düşüyorum. Bu anlayış, 2008’de IMF’yi kovan anlayışı tarihsel olarak tamamlayacaktır.