Başbakan Erdoğan dün grup toplantısında kritik bir soru sordu. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve Japonya yerle bir oldu; Türkiye bu savaşta savaşmamış olmasına rağmen, neden o yıllarda yerle bir olan bu iki ülkenin bu kadar çok gerisinde kaldı?
Başbakan’ın bu sorusunun cevabı aslında sorunun ta kendisi ve zaten konuşmasının tamamı da bu sorunun cevabı niteliğindeydi. Ancak bundan öte, bu soru akademide ve medyada şimdiye dek çok sorulmuş olmasına rağmen belki de ilk defa Türkiye bu soruyu resmen hem de en yetkili ağızdan sormuş oldu. Ama bu burada da bitmedi; Başbakan, konuşmasına Merkez Bankası’nın faiz ve ‘enflasyon hedeflemesi’ politikalarına açıktan karşı çıkarak devam etti. Bunun da, Türkiye’nin IMF ile tanıştığı şu ünlü 1947 yılından beri bir ilk olduğunu söylemeliyiz. Türkiye 1947 yılında IMF ile tanıştı ve bu yıldan sonra, Türkiye IMF ile toplam 19 tane stand-by yaptı; şimdi deniliyor ki, IMF anlaşmaları zaten sonuçtu, batmazsanız IMF niye gelsin? Ancak ülkeyi batıracak politikalar kimin eseriydi şimdiye değin? İşte buyurun, bu faiz-enflasyon tartışması bile buraya çok güncel bir örnektir.
Nihayet bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, enflasyon hedeflemesi denen saçmalığın artık geçersiz olduğunu ilan etti. Enflasyon ve faiz arasındaki ilişkiyi tabii ki yeniden konuşmalıyız. Ancak enflasyon ile faiz oranlarını karşılaştırıp faiz yüksek ya da değil demek, çok açık olarak, sermaye akışkanlığının sınırsızlaştığı küresel ekonomide teorik ve pratik olarak da çuvallamak anlamına geliyor.
Tarihi bir konuşma...
Bu anlamda dün Başbakan’ın partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma, Türkiye ekonomisinin bundan sonrasını belirleyecek tarihi bir konuşmadır. Aslında bu konuşma, Erdoğan’ın neden tek başına -AK Parti’den de ayrı olarak- hedef olduğunu anlatır. Çünkü bu yaptığı eleştiri, basit bir para politikası eleştirisi değildir, bir sermaye birikimi değişikliği talebidir ve bu talep, Türkiye’nin ekonomiden başlayarak bütün dengelerini değiştirecek bir taleptir. Zaten bunun ipuçlarını özellikle 2008 yılından beri görüyoruz.
Ancak, şu ana değin özellikle Ali Babacan ve ekibince yürütülen ekonomi politikaları, Başbakan’ın dün kesin bir dille eleştirdiği temel paradigmadan çok sapma göstermedi. 2008’de Başbakan’ın ısrarı ile başlayan, GAP Eylem Planı ve IMF ile yirminci stand by anlaşmasının yapılmamasıyla kendini gösteren büyük kırılma, küresel krizin de etkisiyle, pek su yüzüne çıkmadı. AK Parti iktidarları, para politikası tarafında, geleneksel neoliberal politikaları ‘enflasyon hedeflemesi’ denilen çerçevede yürütmeye çalışırken, maliye politikalarında da, bütçe disiplinini öne çıkaran ve kamunun borçlanma gereğini düşürüp, faiz oranlarını böylece aşağıya çekmeye çalışan yolda köklü değişikliğe gitmediler.
Derviş tahribatı ancak 2010’dan itibaren geride bırakılmaya başlandı.
Yalnızca 2010 yılından başlayarak Kemal Derviş’in, ortodoks IMF politikalarının katı bir versiyonu olan ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ delinmeye başladı. Özellikle Merkez Bankası’nda Durmuş Yılmaz dönemi sonrası Merkez Bankası, yalnız fiyat istikrarını, finansal piyasaların istikrarı ile sınırlı görmeyen, yeni ve faiz dışında da elindeki araçları çok yönlü kullanan bir patikaya geçti. Ancak bu patika, dün Başbakan’ın eleştirdiği ana yoldan kesin bir çıkış içermiyordu. Öte yandan maliye politikası tarafında da Türkiye, bütçeden, beşeri sermayeyi öne çıkaracak eğitim, sağlık gibi alanlara daha fazla pay ayırmaya başlamıştı. Tabii özellikle 3. Dönem AK Parti iktidarı, hem anti-tekel düzenlemelerle ve Rekabet Kurumu, EPDK gibi kurumları çalıştıracak adımları attı hem de Türkiye’nin ihracatını sanayi yönlü yukarı çekecek altyapı yatırımlarına hız verdi. Şu an, tahmin edeceğiniz çevrelerce sabotaj yapılan hızlı tren hatları, metrolar, limanlar, duble yollar, havalimanları, üniversiteler ve üniversite hastaneleri bu yatırımlara örnektir.
Ancak Türkiye, bundan sonrasının adımını atmak için kesinlikle Başbakan’ın dün eleştirdiği para politikası çerçevesinden çıkmalıdır. Çünkü bu politika yalnız finansal alanlardan başlayan ve hizmet sektörüyle devam edip ancak inşaat gibi alanları büyüten kısır bir ekonomi döngüsüdür.
Nedir şu ‘enflasyon hedeflemesi’?
Hemen Başbakan’ın eleştirdiği şu enflasyon hedeflemesinden örnek vereyim:
Türkiye gibi ülkeler, krizlere neden olan doksanlı yıllarda ve 2001 krizine giden yolda, İsrail Merkez Bankası eski
Başkanı Stanley Fischer’in teorisine katkı yaptığı, gevşek sabit kur rejimi uygulamışlardır. Aslında ‘sürünen parite’ denen bu kur rejiminde, Merkez Bankaları enflasyon hedeflemesi adı altında, fiyat istikrarı için örtülü bir kur hedeflemesi de yapıyorlardı. Bu da genellikle yerli parayı değerli tutma şeklinde oluyordu. Enflasyon hedeflemesi aslında bir nevi kur hedeflemesidir ve faizin tek silah olduğu, dışarıya faiz yoluyla en çok kaynağı aktarmanın modelidir ve doksanlı yıllarda ortaya atılan Washington Uzlaşısı’nın en ciddi para politikası aracı olarak da ün yapmıştır.
Şimdi doksanlı yıllardaki bütün gelişmekte olan ülke krizlerine ve Türkiye’deki 1994-2001 krizlerine bakın; bunla
rın arkasında iki önemli ‘Fischer-IMF dolandırıcılığı’ olduğunu göreceksiniz. Birincisi bu ülkelerde, bir serbest piyasa altyapısı, hukuku ve bunun düzenleyici kurumları oluşmadan denetimsiz finansal ‘serbestlik’ (!) aşılanmıştır. İkincisi de kur rejimleri, bu ülkelerin sanayisini öldürecek ve Batı’nın fabrikası olan Çin’e bu ülkeleri mahkum edecek şekilde ara kur rejimleri olarak dizayn edilmiştir. Bütün bu dönemde Çin parasının değerini düşük tutarken, Fischer ve IMF gibilerini rehber edinen Türkiye, Meksika, Arjantin, Brezilya, Rusya gibiler değerli yerli para hedeflemesi yapmışlar ve faizleri yüksek tutmuşlardır. Dolayısıyla bu ülkelerde ‘dış ticarete konu olan mallar’ ekonomisi -tam olarak- gelişmemiş ancak doğal kaynakları yerinde olan Rusya gibi ülkeler geçici olarak ‘durumu’ kurtarmıştır.
Tabii burada, Başbakan’ın dediği yüksek faiz-enflasyon sarmalı başlamıştır. Yüksek faiz, yalnızca finansal maliyet açısından enflasyon nedeni değildir, yüksek faiz sanayi, istihdam açan yatırımları öldürdüğü için, ithalata-borca dayalı bir tüketim-israf ekonomisinin yolunu açar ve enflasyonu kronik hale getirir; tabii bir müddet sonra, bu durum işsizlikle birleşir ve bizim stagflasyon dediğimiz yüksek işsizlik, yüksek enflasyon görüntüsüne yol açar ki, bu sürekli kriz halidir.
Enflasyon en çok faizin sonucudur!
Şimdi Başbakan haklı olarak, Merkez Bankası’na ‘siz ne yapıyorsunuz arkadaş, farkında mısınız’ diyor. Esasında buradaki eleştiri, Erdem Başçı ve ekibine değil, Başbakan, onların önlerindeki kanunu ve yazılı ya da yazılı olmayan -bir gelenek olarak ta 1940’lı yılların sonundan bugünlere gelmiş- protokolleri uygulamakla görevli memurlar olduğunu biliyor. Üstelik ellerinin altındaki teorik iktisat araçları da, çok kısıtlı. Keynes iktisadı ve neoliberal iktisat karışımı iktisat teorisi hâlâ geçilmez bir çember gibi bizi boğuyor. Ancak bundan öte bu kısır döngünün ekonomik sonucu sürekli kriz hali olduğu gibi, siyasi sonucu da sürekli siyasi iradesi elinden alınmış bir halktır. Yani sürgit darbe ya da örtülü darbe düzenidir.
Zavallılar korosu!
Ama şunu da bu arada belirtmek istiyorum; Başbakan’ın dün faize dolayısıyla, eski IMF’ci politikalara kesin bir dille karşı çıkmasından sonra sosyal medyadaki manzara da doğrusu görülmeye değerdi; faizi savunan ‘Müslüman’ akademisyen mi istersiniz, yoksa IMF’ci ‘solcu’ sendikacı mı... Dün Erdoğan’ın konuşmasından sonra sosyal medya bu haldeydi... Bilmiyorum bu arkadaşlar artık sosyolojinin mi yoksa psikolojinin mi konusu... Yazık demeyi geçtik, gülünç bile değil, bir hiç...