Ekonomik projeler genelde dünyadaki diğer tatbikatlara bakılarak yapılmaktadır. Her ülke, doğru ya da yanlış, kendi şartlarına göre proje hazırlamaktadır. Bunu hazırlamak olarak ifade etmemek daha doğru olur. Herkes şartların elverdiğini uygulamaktadır. Bu da her zaman aynı olmaz ve şartların etkisi ile program yapılır. Mesela İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya ABD’nin kontrolünde ekonomisini yönetti. Oysa bu onların savaşından sonraydı, halbuki savaş sırasında ABD kendi galibiyeti için yeterli olan klasik silahlarına ilave olarak bir de dünyada ilk defa nükleer silahları bu ülkeye karşı kullandı ve birçok kişinin ölümüne ve nükleer felakete sebep oldu.
Savaş sonrasında ABD’nin amacı, Japonya’nın kalkınmasına yardım etmek değildi. ABD’de üretilmesini istemediği ve halkının kullanmaktan memnun olduğu bazı tüketim mallarının Japonya’da üretilmesini sağladı ve bu mallar aynı zamanda bütün dünyaya satıldı. Böylece Japonya’da dış ticaret yolu ile bu ülkenin sermayesinin artmasına neden oldu ve bu paranın önemli bir bölümü ABD’nin bütçe açıklarının kapatılmasında kullanıldı. Yani sonuçta ABD, Japonya’ya başlangıçta hem sermaye hem de teknoloji sağlıyor ve herkes Japonya’nın ekonomik politikası ile kalkındığını düşünüyordu.
***
Bir süre sonra benzer bir uygulama Çin’de görüldü. ABD’li sermayedarlar Çin’e hem yatırım yaptılar hem de üretilmesini istedikleri malların teknolojisini transfer ettiler. Böylece küresel sermayeye iki güçlü ekonomi katılmış oldu. Bahsi geçen ülkelerin ekonomileri büyürken ihracat fazlası nedeniyle kazandıkları paraların küçük bir bölümü ile zorunlu ihtiyaçlarını karşılıyor ama geri kalan kısmını da sermayedarların hesabına yatırıyorlardı. Dış finans kurumlarına yatırılan bu paralar aynı zamanda, ülkelerin siyasi tavırlarının ekonomi kanalıyla yönlendirilmesinde etkili olabiliyordu. Türkiye ise küresel sermaye adı verilen bu yapının farklı tarzda operasyonlarına muhatap oldu. İlk hamle 1980 darbesiyle yapıldı ama fark edilmedi. O güne kadar Demirel alt yapımızı güçlendirecek yatırımlar yapmıştı ve Rusya ile birlikte hareket ediyordu. Özgün bir ekonomi politikası izliyordu. Buna rağmen yapılan propagandalar ve operasyonlarla 1980 darbesi gerçekleştirildi. Darbeden bir süre sonra yapılan seçimlerde Özal kazandı ve ülkeyi yönetti. Onun ekonomi politikasının en önemli özelliği dışa açılma şeklinde özetlenebilecek ekonomi politikaları ile dövizin ekonomide başrolü oynaması ve ithal mallarındaki artışlar ve bunun sebep olduğu halk üzerindeki olumlu tavırdır. Darbeden önce bir rapor halinde devletin üst kademelerine ekonomideki dışa bağımlılığın olumsuz yönleri bir rapor halinde sunulmuş olmasına rağmen önemsenmemiş, 1980 darbesi ile dışa bağımlılığın yolu açılmıştır.
Türkiye o gün kurulan yapıyı hep sürdürdü. Bunun iki sebebi vardı: Sonradan ekonomiyi yönetenler genelde içe kapalı bir yapıya karşıydılar ve küresel sermayeyle karşı olmak onların operasyonlarına ve başarı kazanmalarına sebep olabilirdi. Bu yönetimin yarattığı bir modelle gerçekleşebilirdi ancak dünyada kullanılan metotlar politikayı da belirledi. Küresel güç her politikayı önceden kendi hesabına gelecek gibi değiştirmiştir. Ayrıca bu gibi konularda yeni bir model üretmek hem zordur hem de bunu uygulamaya koyanların tasfiyesine neden olabilir. Ne zaman ülkede ekonomik bir sorun yaşansa, dışarıdan da birileri görevlendiriliyor ve bu işi güya düzeltmek amacıyla geliyor ama var olan politikayı koruyup kısa vadeli çözümler üretiyordu. Öyle ki ülkenin yarattığı uzun vadeli özgün bir ekonomi modelinin olmaması nedeni ile geçici çözümlerle devreye sokulan ekonomi politikalarının başarıları ya eski durum ile mukayese edilerek ya da aynı başarının sürdüğü şeklindeki iddialarla savunuluyordu. Bana göre dış müdahalelerin etkisinden kurtulup, ülkenin ekonomik bünyesine uygun, geleceğe yönelik, refah ve istihdam artırıcı, uzun vadeli, özgün ekonomi planlarının şeffaf bir tarzda ortaya konması gerekmektedir.