Girişimcilik kavramından, kapitalizme yönelik çağrışımlarından dolayı hoşlanmıyorsanız, girişkenlik de diyebilirsiniz.
Benim açımdan hem girişimcilik hem de girişkenlik makbul kavramlar olduğu için ben, başlıkta, girişimciliği tercih ettim.
Eğitime bir dizi siyasal/toplumsal amaç fonksiyonları izafe edilebilir; makbul yurttaşlık, milliyetçilik, aile değerlerine saygı, vs.
21. yüzyılda girişimcilik, yaratıcılık kavramlarının eskimeye yüz tutmuş diğer tüm kavramların, tüm amaç fonksiyonlarının önüne geçeceğini düşünüyorum.
Girişimci ve yaratıcı bir kişiliğe sahip olmak da, her şeyden önce, özgüven, düşündüğünü korkmadan ifade edebilme, belki bir adım daha önce, ifade edebilmeden de önce, özgürce düşünebilmeyi, yanlış yapmaktan çekinmemeyi gerektiriyor.
Şartlandırmalara dayalı eğitim süreçleri ise, bırakın özgürce ifadeyi, özgürce, tabusuz düşünebilmeyi bile engelliyor.
Bu, önce düşünce, sonra da ifade edebilme engelini koyabilmek de erken yaşlarda yanlış yapmayı caydırmaktan geçiyor.
Yanlış yapmaktan çok korkan bir kişiden de girişimcilik, yaratıcılık beklemek abesle iştigal.
Bendeniz, ortaokulu ve liseyi 60’lı yılların ikinci, 70’li yılların ilk senelerinde İstanbul-Kadıköy’de bir Fransız lisesinde, Saint Joseph’de okudum; haklarını teslim etmek gerekir, çok esaslı bir eğitim sürecinden geçtik hepimiz.
Kızım ise ortaokul ve liseyi, otuz küsur sene sonra İstanbul-Arnavutköy’de Robert Lisesi’nde okudu.
Serde öğretim üyeliği, eğitim meseleleriyle ilgilenmek olduğu için bu iki farklı lise sürecini, eğitim anlayışını, pedagojisini hep karşılaştırdım.
Benim okuduğum lisede sınav kağıtlarını okuyan hocalar, özellikle St. Joseph’in katolik hocaları, imtihan kağıtlarında öncelikle yanlışlarımızı öne çıkarırlar, kırmızı kalemle yanlışlarımızı gösterirler, iyi yaptıklarımızı ise alçak sesle, belki bizi şımartmamak için geçiştirirlerdi.
Yirmi üzerinden verilen notlarda on dört, on beş alabilmek gerçekten büyük başarı idi; bu zihniyet bizim okullarda da görülür, on Allahın, dokuz ve sekiz hocanındır diye bir tabir kullanılır.
Aradan otuz küsur sene geçti, kızım Robert Kolej’de okurken en çok dikkatimi çeken konu, tüm öğretmenlerin sınavları değerlendirirken, bize 60’lı senelerde St. Joseph’de yapılanın tam tersini yaptıkları oldu.
Öğretmenler, kağıdın niteliği ne olursa olsun, önce çocuğun iyi yaptıklarını ön plana çıkarıyorlar, sıradan bir başarıya bile “Great” (harika) diyorlar, çocuğun kötü yaptıklarını da çok alttan alarak geçiştiriyorlar.
Bu iki farklı pedagoji anlayışının benim ve kızımın lise seneleri arasındaki otuz küsur sene ile bir alakası yok, bu bir anlayış, bir eğitim yöntemi.
Amerikan sisteminin daha girişimci, daha girişken, Fransız sisteminin ise, daha nitelikli formasyonlara rağmen daha içine kapalı, daha çekingen kuşaklar üretmesinin sırrı galiba burada.
Amerikan sistemi çocuğa, belirli bir aşamaya kadar, yanlış yapmanın dünyanın sonu olmadığını aşılıyor; böyle bir pedagoji ile yetişen çocuk ise, daha özgüvenli olduğu için, uzun vadede daha az yanlış yapan biri oluyor.
Yanlış yapmaktan ürkerek yetişen kuşaklar ise bir özgüven kaybına bağlı olarak hayatta, işlerinde, hatta imtihanlarda muhtemelen daha çok yanlış yapıyorlar.
Eğitim süreçlerinde çocuklara yanlış yapmanın doğal olduğunu öğretmek galiba girişimciliğin, yaratıcılığın alfabesi.
Bizim eğitim sistemimiz yanlış yapma meselesine nasıl yaklaşıyor sizce?
twitter.com/KarakasEser