Bugünkü yazım bu sütunda senelerdir Pazar günleri yazageldiğim klasik eğitim yazılarından biri pek olmayacak.
Bu konjonktürde belki de ısrarla eğitim meselesinin üzerine gitmekte fayda mülahaza edilebilir ama güncel bazen belirli ilkelerin önüne geçebiliyor.
Tartışmaya açacağım konu siyasi hatta sevimsiz ölçüde siyasi ama ben yine de konuya eğitim üzerinden girmek istiyorum.
Eğitimin temel amaçlarından biri de bireylere sorgulama, kuşku duyma, hatta her şeyden kuşku duyma becerisini kazandırmak olmalı.
İnanca ilişkin alanları bu sorgulama, kuşku duyma olmaz ise olmazının dışında tutuyorum.
Miraca yani Hazreti Muhammed’in Kudüs’ten Burak isimli atına binip göğe çıktığına, Miraca ya inanırsınız ya da inanmazsınız, böyle bir konuda kuşkuculuğa, sorgulamaya yer yoktur kanımca, teolojik tartışmalar alanım değil, haddim de değil, konuyu uzatmak istemem.
Ama toplumsal konularda, doğa bilimlerinde araştırmalarda, sosyal yaklaşımlarda kuşku temel.
Ben de bugün, bilimsel bir alanda değil, güncel ve acıklı bir konuda kuşku duyma hakkımı kullanmak istiyorum.
Berkin Elvan’ın cenazesi bütün Türkiye’yi derinden sarstı.
Bu konuda siyasi iktidara yönelik temel eleştirim, gecikmiş taziyeler, hiç olmamış “geçmiş olsun” temennileri değil, fail ya da faillerin hala, olayın üzerinden yaklaşık on ay geçti, saptanamamış olması.
Berkin Elvan’ın, Allah rahmet eylesin, cenazesinin kaldırıldığı gece, Okmeydanı taraflarında bir çatışma oluyor ve bu çatışmada üç genç tabancayla yaralanıyorlar, gençler basından anlayabildiğim kadarıyla AK Parti’ye daha yakınlar ve maalesef bu üç gençten biri, Burak Can Karamanoğlu kaldırıldığı hastanede hayatını kaybediyor, Allah gani gani rahmet eylesin.
DHKP-C de malum, bu cinayeti resmen üstleniyor.
Yine malum, DHKP-C Sabancı cinayetini de, başka cinayetleri, suikastları da üstlenmiş idi.
Yaşım altmış, biraz Türkiye tecrübem var, bir cinayeti DHKP-C üstlendiğinde benim içime kuşku düşer, kurt düşer.
Dünyada başka terör örgütleri için de bu büyük ölçüde söz konusu, DHKP-C de muhtemelen devletle, daha doğrusu devletin bir kanadının çok küçük bir kesimiyle ilişkilidir.
Yine muhtemelen, DHKP-C örgütünün liderinin, üst düzey yöneticilerinin, örgüt mensupları ve sempatizanlarının da çok büyük bir bölümünün bu ilişki türünden doğrudan bir bilgisi yoktur, örgüt içinde çok küçük bir kesim bu kirli ilişkiyi devletle yürütüyordur.
Devletin DHKP-C ile ilişkisi derken de, kimse böyle zannetmesin, bu ilişkiden ne Cumhurbaşkanı’nın ne Başbakan’ın ne MİT Müsteşarı’nın ne de başka üst düzey yönetcilerinin haberi bile yoktur.
Aksi zaten düşünülemez.
Sabancı cinayeti ile devletin böyle çok küçük bir kesiminin ilişkisi yoktur kimse demesin, inandırıcı olmaz, Google’a Sabancı cinayeti diye yazın, iki saatinizi ayırın, çıkanları okuyun, ne demek istediğimi anlarsınız.
Sabancı cinayeti işlendiği zaman dönemin Başbakan’ın da, MİT Müsteşarı’nın da, Genelkurmay Başkanı’nın da eminim bu pis ilişkiden haberleri yoktu.
Yoktu ama seziyorlardı muhtemelen ve neşter atmaya çekiniyorlardı.
Bir balans ayarı, bir dengeleme yapmak istedi birileri herhalde.
Ortada yaşanan silahlı bir çatışma da yok, bir anda silahlar patlıyor, devlet güçlerine daha yakın kesimden üç kişi yaralanıyor, biri hayatını kaybediyor, silahlar da susuyor.
Bu sahne sizlere de biraz tuhaf gelmiyor mu?
Eğitim süreçlerimde edindiğim kuşku yaklaşımı beni böyle düşündürtüyor, ne yapayım, düşündüğümü sizden saklayacak halim de yok.