Türkiye’de hemen her konuda bir sürü efsane var. Düşünce kuruluşları hakkında olanlar da istisna değil. Hatta kimi akademisyen, gazeteci ve yazarlar işlerini güçleri bırakmışlar, kafayı bir kısım düşünce kuruluşları hakkında iddia üretmeye takmışlar.
Türkiye’nin her yönüyle kalkınmasını isteyen bir kişi olarak ben hemen herkesin her sektör hakkında fikir üretmesinden son derece memnun olacak birisiyim. Ancak ortaya atılan iddialara, “fikir” demek zor. Fikir yerine itham, kin, korku, cehalet ve zırva karışımından beslenen bir zihniyet var karşımızda. Bu zihniyetten örnekler vermek yerine, düşünce kuruluşlarının ne olup olmadığına bir köşe yazısı sınırları dâhilinde giriş yapalım.
Think tank
Üniversiteli gençlere sorduğumda, düşünce kuruluşlarını, “düşünce üreten kurumlar” olarak tarif ediyorlar. Bu totolojik tanım bize neredeyse hiçbir şey söylemiyor. Zira kerim bir varlık olan insan, düşünce kuruluşunda olsun veya olmasın pekâlâ düşünür. Örneğin, akademisyenler ve gazeteciler de politik veya toplumsal konularda düşünce üretir ve raporlama yaparlar.
Dolayısıyla “think tank” karşılığı olarak Türkçede kullanılan “düşünce kuruluşu” isimlendirmesi, pek açıklayıcı değil. Bunun yerine, siyasa (policy) veya araştırma enstitüsü gibi alternatif isimlendirmeler daha açıklayıcı.
Düşünce kuruluşlarının hazırladıkları raporlarla karar alıcıların bilgi açığının kapattıkları iddiası da sık dile getirilir. Aslında, karar alıcılar, ilgili oldukları konularda herhangi bir düşünce kuruluşunda çalışan herhangi bir kişiden daha fazla malumata sahip olabilirler. Zira karar alıcılar, herhangi bir araştırmacının kolay ulaşamayacağı bilgi ve belgeye (denetleme ve istihbarat raporları, vatandaş ihbarı, bürokrat görüşü vb) rahatlıkla ulaşabilirler.
Ne yaparlar?
Özetle, araştırma kuruluşlarının karar alıcıların bilgi açığını kapattığı iddiası da, gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. Ancak, karar alıcılar her ne kadar birçok bilgiye rahatlıkla ulaşabilse de, bu bilgilerin ne kadar anlaşılır, güvenilir ve kullanışlı olduğu, başka bir meseledir. Dolayısıyla bilgiye rahatlıkla ulaşma; karar alma süreçlerinde bilgi ve analizin önemini azaltmamaktadır. Türkiye ve diğer ülkelerde araştırma kuruluşlarının sayısı ile karar alıcılar ve kamuoyu nezdindeki etkilerinin artması, bunu doğrulamaktadır.
Bütün araştırma kuruluşlarının aynı bağımsızlık ve nesnellikte oldukları söylenemez. Zaten dünyadaki kuruluşlara hızlıca bir bakış, durumun ne kadar karmaşık olduğunu gösterecektir. James G. McGann, araştırma kuruluşlarını şu şekilde altı kategoriye ayırmaktadır:
1) Siyasi Partilerle Doğrudan İlişkili (ör., Almanya’da Hıristiyan Demokrat Birliği’ne bağlı Konrad Adenauer Vakfı)
2) Devletle Doğrudan İlişkili (ör., Çin Kalkınma Enstitüsü)
3) Yarı-Devlet yani devletten büyük finans desteği alan ama resmi olarak devletin bir parçası olmayanlar (ör. ABD’de Woodrow Wilson International Center for Scholars)
4) Bağımsız (ör. ABD’de Brookings Enstitüsü ve İngiltere’de Chatham House)
5) Yarı-bağımsız yani devletten bağımsız olan fakat kaynaklarının çoğunu belli bir bağışçıdan alanlar (ör. Belçika’da European Trade Union Institute, AB ve ticaret odaları birliği tarafından finanse edilmektedir)
6) Üniversiteye Bağlı (ör. Stanford Üniversitesine bağlı Hoover Enstitüsü).
Bu kuruluşlar; devlet için uzman temini, güncel ve stratejik konularda araştırma ve kamusal tartışma ihtiyacının karşılanması, hükümet politikalarının değerlendirilmesi ve politika önerilerinin geliştirilmesi gibi önemli işlevleri yerine getirmektedir. Daha doğrusu bu işlevleri hakkıyla yerine getirebilenler, politika yapım süreçlerinin etkili bir parçası olmayı başarmaktadır.