Bugün Feth-i Mübîn’in 560. Yıldönümü.
Bundan 560 sene evvel bir başka 29 Mayıs günü Doğu Roma İmparatorluğu’nun Başkenti, Konstantin’in Şehri, Bizans muzaffer silahlarımıza boyun eğerek birkaç sâniye içeri doluşan Osmanlı muhâriblerini süzdükden sonra omuz silkip yine kendi işine gücüne dönmüşdü. Çünki onun için, Doğu Roma, Bizans yâhut Osmanlının Nâdîde Mücevheri olmak pek fark etmiyordu.
Peki, neydi kendi aslî görevi?
Pek emin değilim ama muhtemelen ebediyete bekçilik etmek...
Ara sıra edebiyat “paralamak” fenâ olmuyor. Ortaokuldaki tahrir vazîfelerini, şimdilerde gâlibâ kompozisyon diye “Türkçeleştirmişler”, evet, o günlerimi hatırladım.
“19 Mayıs’ın Anlamını Anlatınız!”
“23 Nisan’ın Anlamını da Anlatınız!”
“Şimdi de 29 Ekim’in Anlamını Anlatınız!”
“Hazır Eliniz Değmişken Birazcık da 1 Mayıs’ın Anlamını Anlatınız!”
(Yok, onu anlatmasanız da olur...)
Bizim gâlibâ şizofren bir yanımız var. Şizofreni, biliyorsunuz, en yalapşap tanımıyla şahsiyet bölünmesi demek. Yâni kendinizi birden fazla şahıs olarak algılıyorsunuz. Bana soracak olursanız aslında fenâ bir şey değil. Tabii sırf kendiniz öyle algıladığınız sürece!
Çünki başkaları da öyle görmeye başlarsa bâzı durumlarda adamakıllı zorlanabilirsiniz!
“Yağmur Atsız, Theodore Roosevelt, İsmet İnönü, Âşık Veysel ve Hamdullah Suphi adına birikmiş vergi borçlarınızı en geç ....târihine kadar ödemediğiniz takdirde
hakkınızda....”
Asıl mevzuumuza dönecek olursak, yine evet, gerçi kimin “mücevheri” olduğu İstanbul’un pek umurunda değildir ama İstanbullular hiç öyle düşünüp hissetmezler:
“Bir gevher-i yekpâre iki bahr arasında;
Hurşîd-i Cihan-tâb ile tartılsa sezâdır.”
İstanbul bu tür îlân-ı aşklara gülümseyip geçiyordur herhalde...
Öyle ya, siz meselâ Marquise de Pompadour olsanız yaşlı, topal, kambur ve fazlaca tanınmış bile olmayan bir şâirin size “Madame, que vous êtes belle!” diye aklınca iltifatda bulunmasını umursar mısınız?
Hazır açılmışken:
Yeni zengin ve pek de kültürlü sayılamayacak bir karı-koca, âdet öyle diye şehrin en gösterişli tiyatrosu için mevsimlik abonman satın almış.
İlk akşam erkenden gelip yerlerini aldıkdan sonra kadının ansızın akıllarına hangi piyesin oynanacağı suali gelmiş. Kadın kocasından, sağında oturan beye sormasını istemiş. Kocası yanındakiyle kısaca fısıldaşıp tekrar kendisine dönünce merakla bekleyen kadın sormuş:
“Ne dedi, ne dedi?”
Adam biraz sıkkın söylenmiş:
“Ne bileyim! Anlayamadım, adam kekemeymiş.”
“Peki, ne dedi?”
“Bir ro-ko-ko-ko-ko-tudur, dedi.”
Her neyse, uzatmayalım!
Bugün Feth-i Mübîn’in 560. Yıldönümü!
İsterseniz sizlerle Edirnekapı’da, Sarayburnu’nda, Topkapı’nın büyük girişi Bâb-ı Saâdet’de, Kuledibi’nde, Salacak’da, Heybeli’de, Üsküdar’da, Kabataş’da, Galata Mevlevîhânesi’nde, Yahyâ Kemâl’in “seyf-i meslûl hâmesi”nde, Taksim’de, Sıraselviler’de, Tarabya’da, Ayia Triada Kilisesi’nin önünde yâhut sizin tercîh etdiğiniz bir başka köşebaşında buluşabiliriz.
Ben bütün gün hep oralarda olacağım...
Ha, bir de... Bilirim, siz tembelliğinizden üşenir, açıp bakmazsınız:
“Mübîn” beyân edilmiş, belirtilmiş, bildirilmiş demek... Hazret-i Muhammed’in bir sözüne atıf!