Türkiye yakın zamana kadar mütevazı, kendi havasında ve derdinde bir devletti. Etrafında olan bitene pek karışmaz, Kıbrıs, Ermenistan, Ege kıta sahanlığı gibi klasikleşmiş sorunlarıyla ilgilenir, büyük devletlerin stratejileri içinde kendine yer arardı. Stratejik vizyonu sığ, ekonomisi içine kapalı, epistomolojisi kuruluş ideolojisiyle sınırlıydı. Soğuk Savaş’ın sonu Türk dünyasının keşfini getirse de vizyonun gelişmesine yardımcı olmadı.
Değişim AK Parti iktidarı, özellikle de Ahmet Davutoğlu’nun dış politikaya yön vermesiyle başladı. Türkiye kalıbına sığmaz oldu, dünya siyasetinde ağırlığını hissettirdi. 11 Eylül saldırıları ve bu saldırılara gösterilen tepkiler, Bush Yönetimi’nin demokrasiyi terörün çaresi olarak görmesi ve tabii ki 1 Mart 2003 tezkeresi de Türkiye’nin yıldızının parlamasını sağladı.
***
Ardından Aralık 2008’de başlayan “Dökme Kurşun” operasyonu geldi. İsrail’in Gazze’de yaptıklarına gösterilen tepkiler ve Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta sahneyi terk etmesi Türkiye’yi dünya siyaset sahnesine taşıdı. AK Parti deneyimi, yani Müslümanlığın demokrasi ile barışık olabileceğinin anlaşılması ve derken “Arap Baharı” metaforu ile anılan siyasi sismik sarsıntı Türkiye’yi bambaşka bir yere getirdi.
Ancak izlenen politika riskliydi. İsrail ile yaşanan gerginlikler eksen kayması tartışmalarına ve Mavi Marmara olayına, Suriye ile yaşanan gerilim ise bir uçağımızın düşürülmesine yol açtı. Karşılaşılan her sorun hükümetin eleştirilmesine, Davutoğlu’nun izlediği siyasetin sorgulanmasına neden oldu.
Özellikle Suriye’nin düşürdüğü uçağımızın nasıl düşürüldüğü üstüne çok şey söylendi. Dışişleri Bakanı’nın yaptığı açıklamalardan tatmin olunmadı. İzlenen siyasetin risklerine değinildi. Görünen o ki izlenen siyaset risk içerdiği sürece de eleştiriler sürecek, bir vizyon değişikliğine gidilmezse dış politika AK Parti iktidarı için yük haline dönüşecek.
Davutoğlu’na yöneltilen eleştirilerin büyük bir kısmının müzmin AK Parti karşıtlığıyla bağlantısı olduğuna şüphe yok. Bazıları var ki AK Parti ne yaparsa yapsın sevmeyecek. Bazıları da değişimden haz etmeyecek. Fakat bazılarının da samimiyetle fazla risk aldığını düşündüğü gerçek.
Ben kendimi bu son kategoridekiler arasında görüyorum. Bir yandan Türkiye’nin dünya siyaset sahnesinde parlamasından gurur duyuyorum, diğer yandan da risk alınmasından rahatsız oluyorum. Türkiye’nin düzen kurucu değil düzen koruyucu bir oynamasını istiyorum. Tercihim Ankara’nın dünya vicdanının sesi olması, hukuk ve meşruiyet sınırları içinde kalması yönünde. Türkiye’nin sorunlar üstü olduğu, olmaya çalıştığı, arabuluculuk yaptığı, çatışma çözümüne ağırlık verdiği, komşularıyla sıfır sorun istediği zamanları özledim. Cumhurbaşkanı Gül’ün maç bahanesiyle Erivan’a gittiği, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Zürih’te protokol imzaladığı, Türkiye’nin Afganistan ile Pakistan arasındaki ilişkilere katkıda bulunduğu günlerdeki gibi bir siyaset anlayışı bekliyorum. Yanlış anlaşılmasın Esad’ın zulmüne karşı çıkılmaz demek de istemiyorum. Ama beni bazen kendimize olan fazla güven, bazen de birilerinin bizleri istemediğimiz yerlere sürükleyebileceği ihtimali korkutuyor. Çünkü biliyorum ki devletler her zaman her krizi yönetemiyor, kendilerini istemedikleri bir çatışmanın içinde bulabiliyor.
***
Bana öyle geliyor ki Türkiye’nin son yıllarda kazandığı gücü askeri potansiyelinden çok ahlaki üstünlüğünden, kendi yarattığı emsalden ve kitleleri harekete geçirebilme yeteneğinden kaynaklanıyor. Bugün demokratikleşme aşamasında olan hemen her Arap ülkesinde AKP benzeri bir parti varsa, hatta çoğunun adı AKP’yse sebebi Türkiye’nin yarattığı emsaldir.
Eğer yapılan araştırmalar Türkiye’ye karşı yüksek bir sempati gösteriyorsa, eğer Arap halkları Türkiye’yi model olarak görüyorsa, nedeni askeri potansiyelimiz değil yumuşak gücümüzdür. Avrupa ve Amerika bizi ciddiye almaktaysa sebebi kullandığımız silahlar değil sözlerimizdir. Ben bunun sürmesini, Türkiye’nin içeride de dışarıda da istikrarsızlığa sürüklenmemesini istiyorum.