Son dört gündür Saraybosna’dayım. Uzaktan izliyorum memleketi.
Ama İstanbul’da olanlar hiç aklımdan çıkmadığı gibi, Boşnakların dahi gündeminde. Burada yaygın bir destek var Başbakan Erdoğan’a. Çünkü çoğu Bosnalı Müslüman, kendilerine destek veren, “sahip çıkan” büyük bir dost olarak görüyor AK Parti hükümetini.
Haklılar da. Çünkü, sahiden, Bosna’dan Arakan’a, dünyanın dört yanındaki mazlum Müslümanlara bir umut ışığı, bir gurur kaynağı oldu AK Parti. İslam dünyasına, yüz yıldır mumla aranan bir “başarı öyküsü” sundu.
Ben de, kendi payıma, AK Parti’yi en çok bunun için destekledim. Kara karşı ve kara gözü için değil, hem Türkiye’ye yaptığı büyük hizmetler hem İslam dünyasına verdiği pozitif enerji için. Başbakan’ın sıkça dediği gibi, Şam için, Gazze için, Saraybosna için.
Gelgelelim, hükümetin “Gezi Parkı krizi”ni yönetiş biçimini de baştan beri eleştirdim ve bugün de eleştireceğim.
Zaten çözülecekti...
Önce şu tespitle başlayalım:
Evet son 20 gündür sokaklara dökülen kitlelerin arasında meşru protesto hakkını kullanan demokratlar kadar, vandallar, küfürbazlar, “azgınlar” da vardır. Hele de başörtülü hanımlara saldıran sefil mahluklar, bizim lanetimizi de polisin sert müdahalesini de fazlasıyla hak etmektedir.
Öte yandan, hakkını teslim edelim, hükümet, iki hafta gecikmeyle de olsa, yumuşama adımları atmıştır. Protestocularla yapılan görüşmeler, ardından gelen “yargı kararına saygı” ve “halk oyu” açıklamaları önemli iyi niyet göstergeleridir.
Taksim Dayanışması’nın, bu iyi niyet adımlarına rağmen, “direnişe devam” diye tutturması ise, fanatizm göstergesidir. Nitekim Gezi Parkı direnişini baştan beri destekleyen önemli kanaat önderlerince eleştirilmiştir.
Ama işte bu iç eleştirilerin ortaya çıkmasıydı, hükümetin iyi niyetinin meyve vermeye başladığını gösteren! Gezi Parkı’ndaki bazı flama ve çadırların gönüllü olarak sökülmesi, bir “çözülme”nin başladığını gösteriyordu!
Eğer hükümet polisi yeniden parka sürmeseydi, muhtemelen bu çözülme sürecek, “direniş” ateşi her geçen gün ve hafta daha da sönecekti. Belki nihayet sembolik bir çadır kalacaktı, bazı göstericilerin önerdiği gibi. O da kalsındı zaten.
Taksim Meydanı’nın “işgal” altında tutulması, barikatlarla trafiğe kapanması kabul edilemezdi kuşkusuz. Ama Gezi Parkı’ndaki çadırların kayda değer bir zararı yoktu şehre. Zarar, hem İstanbul’a hem Türkiye’ye, olayların yeniden patlamasıyla verildi.
‘Satılmış liberaller’
Velhasıl bence hükümet Gezi Parkı’na dokunmamalı, tansiyon tam da düşmeye başlamışken onu bir kez daha yükseltmemeliydi.
Bu “ılımlı” görüşün bugünlerde pek popüler olmadığının, aksine “saflık” ve hatta “satılmışlık” suçlamalarına kapı açtığının farkındayım.
Kanımca bunun sebebi siyasi kültürümüzün iki geleneksel körlüğüdür ki, sosyal olayları anlamayı ve doğru yönetmeyi imkansız kılar.
Birincisi, komplo teorisi tutkusudur. Toplumsal patlamaları bir yerlerde basılan mevhum “düğmeler”le izah etme ısrarıdır.
Diğeri, “sallandıracaksın bunların üç beşini, bakalım mesele kalıyor mu” anlayışıdır. Huzuru, itidal ve özgürlükte değil, sertlik ve otoritede arama eğilimidir.
Bu paranoyak ve otoriter zihniyetin Kürt Sorunu’nda “çıkmaz sokak” olduğunu Türkiye ancak 30 yılda anladı. Bunu ilk baştan beri söyleyen ve “siyasi çözüm” savunan liberaller ise “PKK işbirlikçisi” sanıldı, “ihanet”le suçlandı.
Umudum, Kürt sorununda bu Kemalist ezberleri bozan AK Parti’nin, bu yeni sorunda da kendi dünyasındaki benzer ezberleri bozabilmesi, çözümü itidal ve özgürlükte aramasıdır.
Onun için de dostça eleştirmeye devam edeceğim.