İnsanlar büyük târihî dönüşümlerin içinde yaşarken bâzen, hattâ çoğu kez olayların önemini fark etmeyebilirler. Meselâ 14 Temmuz 1789 günü Paris’de birkaç yüz kişi hapishâne olarak kullanılan La Bastille Şatosu’nu basıp içerideki yedi âdî suçlu mahkûmu kurtardığı zaman hiç kimse bunun, etkilerini bütün dünyâda bugün dahî hissettiren Büyük Fransız İhtilâli’nin başlangıcı olduğunu düşünmemişdi. Zâten bunun bir “ihtilâl” olduğu bile kimsenin aklından geçmiyordu.
Dahası Fransızca’da o mânâya gelen bir kelime bile yokdu.
Ama bütün olağanüstü değişimler böyle fark edilmeksizin cereyân etmezler. Çok bilinçli şekilde yaşananlar da vardır. Meselâ 1861-1865 Amerikan İç Savaşı böyledir. O savaşda heriki taraf da ne uğruna çarpışdığını çok, ama çok iyi biliyordu.
Bugün Türkiye de, çevresindeki bâzı komşularıyla berâber fevkalâde büyük bir değişimin içinden geçiyor. Buna “ihtilâl” adını vermek ne dereceye kadar doğru olur bilmiyorum. Son tahlilde değil de...
Fakat bölgemizde hem toplumları hem de devletlerarası dengeleri köklü biçimde değiştirmeye aday bir hareketlenme baş gösterdi.
Arab Bahârı ve Türkiye bağlamındaki etkilerinden bahsediyorum.
Bu büyük hareketlenmenin ne dereceye kadar bilincinde olduğumuzu kestiremiyorum.
Durumumuzu muhtemelen o meşhur “Ne içindeyim zamânın - Ne de büsbütün dışında” mısrâlarıyla ifâde etmek mümkin.
Ayrıntılarına girmek istemiyorum, yeterince yazılıp çiziliyor, fakat Sûriye’de olup bitenler sâde-ce Sûriye’yi değiştirmekle kalma-yacak kanaatindeyim. Ürdün, Lübnan, Kürd bağımsızlık mücâdelesi, Irak ve dolaylı olarak İran da bu sarsıntıdan nasiblerini alacaklar. Tabii Türkiye de.
Ben Arab ülkeleri ve İran’daki değişikliğin demokratikleşme yönünde olacağını sanıyorum.
Türkiye de kanaatimce işte tam bu noktadan önem kazanacak. Çün-ki belki Ermenistan ve Gürcistan hâriç bütün Önasya coğrafyasında bir çoğulcu demokratik düzeni, bütün aksaklıklarına rağmen şimdi-ye kadar gerçekleştirebilmiş olan yegâne ülke Türkiye.
Ermenistan ve Gürcistan’ı ayrı tutmama sebeb onların bambaşka bir gelenekden, Sovyet sömürgeci-liği geleneğinden süzülme iki dev-let olmaları. Yoksa Türkiye’den daha demokratik olduklarını zannetmiyorum.
Bu manzarada Türkiye, güneyi ve doğusu için bir tür deniz feneri fonksiyonuna sâhib görünüyor. “Soft power” (yumuşak güç) dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Yâni diğer ülkeleri topunuzla tüfeğinizle değil ekonominizle, hukuk düzeninizle, hayat tarzınızla, sanatçılarınızla etki altına alıyorsunuz.
Bu yazdıklarıma bakarak Türkiye’yi ideal bir ülke olarak gördüğüm sanılmasın.
Hani derler ya, dışı seni içi beni yakar diye...
Fakat gerçekler önemli ölçüde birer “algılanma” meselesidirler de.
Ayrıca dünyâda her şeyin “nisbî” olduğunu da unutmamak lâzım.
Bir Ermeni yâhut Gürcü otomobiline atlayıp yarım saat sonra Almanya’ya veyâ Fransa’ya varmıyor. Türkiye’ye varıyor.
Peki, bu kadar söz neye?
Muhtemelen önümüzde iki şıkkın bulunduğunu söylemek istedim:
“Durum ciddî ama ümidsiz değil.” mi diyeceğiz yoksa “Durum ümidsiz ama ciddîdeğil.” mi?
Bilmem ki sizler hangi fikirdesiniz?