İki yılın sonunda ve 100 bini aşkın sivilin hayatını kaybettiği kanlı bir koridorun bitiminde Suriye konusunda gelinen nokta şudur.
Şam’da ancak uluslararası askeri operasyonla durdurulabilecek bir diktatör var.
Türkiye ise bu noktaya en baştan gelmişti. Ankara, Esad’ın baskı görmediği müddetçe daha fazla insan öldüreceğini ve daha çok katliam yapacağını hemen her kritik aşamada bıkmadan usanmadan anlatmıştı. Mülteci kabulü başta olmak üzere sayısız kez riskler almıştı. Sahada, muhalifler lehine açık tavır koymuş; bununla da kalmayarak güçlü lojistik imkanlar sağlamıştı. Karşılığında, sonu can kayıpları olan Reyhanlı, Cilvegözü gibi saldırılara muhatap olmuştu. Sınır ilçelerinde de Suriye tarafından gelen ateşle vatandaşlarını kaybetmişti.
En büyük bedel ise diplomatik olarak sürekli gergin bir hatta oynamaya mecbur kalmak oldu. Bölgenin en güçlü ve dinamik ülkesi olmasına rağmen, kurduğu ilişkiler üzerinde kaçınılmaz bir Suriye ağırlığı yaşandı. ABD dahil bütün oyuncular Esad yönetimine karşı tavır içinde olmalarına rağmen hiçbiri Türkiye kadar elini taşın altına koyma eğilimi göstermediği için diplomatik gerilim arttı.
Türkiye aylardır, bugün askeri müdahale aşamasına gelen dünyaya özetle şunu söylüyordu:
Askeri müdahaleye ve operasyona gerek yok. Yeni bir Libya fotoğrafı oluşmasın. Sadece muhaliflere destek vererek onları güçlendirelim. Rusya’ya da baskı yaparak Esad’ın hak etmediği koruma çemberini zayıflatalım.
Bu önerilerin sadece birincisi; yani muhalefete destek ünitesi bile “zamanında” gerçekleşmiş olsaydı Esad bugün Şam Sarayı’nda oturmuyor olacaktı. Ne kadar erken yapılsa o kadar da insan hayatını kaybetmeyecekti.
Doğru ve gerekli olan hamleler saçma bir sebeple yapılamadı. Özellikle ABD yönetimi, aralarında El Kaide militanlarının da bulunduğu muhalefet desteklenirse sonuçta bundan kendilerinin ve İsrail’in zarar göreceği analizine teslim oldu. Ki, aynı analizi farklı formda Esad ve sözcüleri de sık sık ve iştahla dile getiriyordu.
Muhalefete güvensizlik tezi Esad’a yaradı ve sonuçta onu dünyanın gözü önünde kimyasal silah kullanacak kadar özgüven sahibi yaptı. Oysa, daha başta Özgür Suriye Ordusu sistemli bir şekilde desteklenmiş olsaydı sahada kafa karıştıran unsurlara da alan açılmayacaktı. Türkiye, belki yüzlerce kez dünyaya bunu da anlatmıştı...
Ne var ki Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu Suriye konusunda yapılması gerekenleri ısrarla tekrarladıkça bu kez içeriden ve dışarıdan Türkiye’nin yalnızlaştığı kampanyası baş gösterdi.
Ankara haklıydı ama yalnızdı...
Doğru söylüyordu ama biraz fazla söylüyordu...
Erdoğan biraz fazla sert gidiyordu...
Kampanya böyle dille geldi. Geldi ama mızrak çuvala sığmadı. Guta’daki kimyasal katliamdan çok önce sığmıyordu ama bu kez söylenecek söz kalmadı. Guta’da Batı başkentlerinde o sabah uyanan birçok lidere “Keşke ben de biraz sert olsaydım” dedirtecek kadar büyük bir trajedi yaşandı.
Düne kadar Türkiye, Suriye’deki katliamlara itiraz ettiği için “yalnız”dı.
Madem bu itirazın adı yalnızlık; o zaman şimdi, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya hasılı bütün dünya yalnız!
Bakalım yalnızlığı nasıl yönetecekler? Zamanında gerekeni yapmadıkları için büyüttükleri bir meselenin üstesinden nasıl gelecekler?
Esad’ın canını yakabilecekler mi yoksa dostlar alışverişte görsün havası mı çalacaklar?
Ya da en kötüsü... Eskiden beri alışkın oldukları gibi Suriye’yi de hedef gözetmeden mi vuracaklar?
Geç kalmış bütün çözümlerde olduğu gibi endişelenecek çok şey var.
Dünya sonunda Türkiye’nin söylediği noktaya geliyor gelmesine ama korkarım Erdoğan’ın kederi kolay bitmeyecek.