Eğer Ortadoğu’da sürüp giden zulüm olmasa, 21. yüzyılın, Kant’ın ‘Dünya barışı’ fikrine giderek yakınlaştığı ve hatta dünya barışının kurulduğu bir yüzyıl olarak tarihe geçeceği şüphesizdi.
Dünyanın belli başlı çatışma bölgelerinde silahlar sustu.
Avrupa’da, Latin Amerika’da, Afrika’da ve hatta Asya’da çok değil geçen yüzyılda on yıllarca sürüp giden ve milyonlarca insanın hayatını kaybettiği savaşlar tarihe karıştı.
Ama Ortadoğu’da savaş sürüyor ve kan akmaya devam ediyor.
Dünyanın en önemli enerji kaynaklarına ve bu kaynakların geçiş güzergahlarına sahip bu coğrafyada savaşlar, katliamlar, diktatörlerin kendi halklarına yaşattığı zulüm, kan ve gözyaşı duracak gibi görünmüyor.
Ahlaki değerlerin, çıkarlara feda edildiği bir yeryüzü parçasında barış umudu her geçen gün biraz daha zayıflıyor.
Oysa Dünya, bugün Kant’ın ‘Dünya Barışı’ fikrinden o kadar da uzak olmasa gerek diye düşünüyor insan.
Yeryüzünün ‘ötekileri’
Dünya barışı için bir yüzyıl içinde epey mesafe kat edildi.
Ama bütün bu çabalara rağmen, barış tam olarak sağlanabilmiş değil.
Kant’ın ‘Dünya Barışı’ idealinin hayata geçmesini zorlaştıran en önemli gelişme; kuşku yok ki, daha 20. yüzyılın ortalarından başlayarak gerçekleşen ve ABD’ye tek kutuplu dünyanın hakimi olma yollarını açan muazzam değişimler ve küreselleşmenin yarattığı yeni koşullarda her geçen gün bir yenisi ‘inşa’ edilen uluslar ve bu inşa edilmiş uluslar arasında sürüp giden, dünyayı kana bulayan çatışmalardır.
İkiz kulelere yapılan saldırının ardından uluslararası topluluk, dünya barışı fikrinden ve mücadelesinden biraz daha uzaklaştı. Kökleri binyıllara uzanan kadim medeniyetlerin gerçek yaratıcıları olan milletlere yani yeryüzünün ‘ötekilerine’ karşı birlikte ve ayakta olmak -United we Stand- ‘düşmana’ karşı tetikte olmak -be alert- başta ABD olmak üzere Batı dünyasını kuşatan temel bir psikoloji haline geldi. Bugün için ikisi birden, savaş ve güvenlik konsepti, bu yüzyılda, uluslararası hukukun hamisi olarak kabul edilen ABD’nin önceliği durumundadır.
Batı kuşkusuz sadece ABD’den ibaret değil. İkinci dünya savaşından sonra, Avrupa’da başlayan geçmişle yüzleşme ve hesaplaşma, toplama kamplarında kaybedilenlerin anısı, ‘kişisel ve bedensel dokunulmazlığın ihlali’ karşısında yeni bir demokratik ve siyasi etik yaratmış, bunun yarattığı duyarlılık AB’nin ve BM’nin sayısız kurucu sözleşmesine kaynaklık etmişti. Fakat, 11 Eylül’de ikiz kulelere yapılan saldırının sonucunda başlayan uzun vadede bir savaş ve güvenlik konsepti hem ABD’de, hem de Avrupa’da uluslararası hukuku yeniden tartışmaya açmış ve eski hukuk sistemini sarsmaya başlamıştır.
Kaldı ki, yüzyılın faşist diktatörlüklerinin ve totaliter sistemlerinin gerçekleştirdiği vahşet, soykırım ve katliamlar; bugün artık uluslararası hukukun masumiyetini ve geçerliliğini tartışmalı hale getirmiştir.
Uluslararası hukukun sınırları
Habermas’ın değişiyle, dünya uzun zamandır ‘klasik uluslararası hukuktan Kant’ın dünya vatandaşlığı olarak öngördüğü geçiş dönemine girmiş bulunuyor.’
Kuşku yok ki, modern dünyayla muazzam çelişkiler yaşayan üçüncü dünyanın totaliter sistemlerinin ve köktenci akımlarının giriştiği uluslararası eylemler ve kurduğu totaliter sistemler bu geçiş döneminin zorluklarını hazırlayan faktörlerin başında geliyor. Bugün Amerikalıların % 60’ı, Irak’ın işgalini ve Saddam rejiminin yıkılmasını, ikiz kulelere yapılan saldırının bedeli olarak görmektedir.
Aynı Batı bugün Saddam’ın ikizi olan Esad’ın cezalandırılmasını ama yönetimden uzaklaşmasını istemiyor. Arap Baharı, peş peşe devrilen diktatörlerden ziyade, Batı’nın korkulu rüyası haline geldi. Müslüman Kardeşler’in yönettiği bir coğrafyaya razı değil Batı.
Uluslararası hukukun ihlali pahasına gerçekleşen devlet işgallerinin bu ülkelerde açığa çıkardığı farklılığa rağmen, uluslararası hukukun Afganistan’da, Irak’ta, Mısır’da, Suriye’de, kısmen Balkanlar’da ihlali, bu hukukun geleceği üzerine bir tartışmanın başlaması gerektiğini gösteriyor..
Bu çerçevede, Amerikan politikalarına uluslararası sadakati kınayan ve Avrupa başkentlerinde Roma, Barselona, Berlin ve Paris’te 15 Şubat 2003’te gerçekleşen gösteriler, Avrupa’da yeni bir kamuoyunun doğuşunu açıkça ortaya koyuyordu. Ama arkası gelmedi.
15 Şubat gösterileri bir miladı ifade ediyordu, ama sonrasında Avrupa ve dünya kamuoyu umumi bir kayıtsızlığa gömüldü.
Tartışacak yeni alanlar yaratmalı
Suriye Mısır, Filistin, Afganistan, Irak, küresel ve bölgesel bir sorun haline gelen Kürt sorunu, kanımca bu kamusal kayıtsızlıktan payını almış sorunlar olarak beliriyor.
İşte bu yüzden, 1 Eylül ve 11 Eylül’ün yıldönümünde, barış için yapılan her şeyin yankı bulması, çok boyutlu, derinlikli ve etkili olması, her şeyden önce, barış aktivistlerinin hem kendi halklarını hem de dünya halklarını, mevcut sorunlara kayıtsız kalınmayacağına inandırmaktan ve halklar arasında güven yaratmaktan geçiyor.
Ayrıca bir dünya barışı düşüne ve tasarısına sahip olmaksızın, yerel sorunlardan kaynaklanan savaşlara bir çözüm bulunabileceğine de artık inanmak çok zor.
Barış süreci, uluslararası bir anlaşma, karar ya da müzakere sürecinden farklı bir zorluğa sahiptir, zira temel bir ilke olan hukukun ve özgürlüklerle birlikte adaletin inşasını içerir; bu durumda çatışma süreçlerinde üretilen intikam duygularının peşinde koşulmasını engeller.
Bir başka gereklilik, uzlaşmaya yönelik çabalardır. Savaş dönemine ait bir bellek, toplum içinde çatışmayı besleyen kalıcı bölünmeler yaratır. Bu bölünmeleri ortadan kaldırmanın yolu uzlaşma ve barış süreci için gerekli olan koşulları yaratmaktan geçiyor. Bu koşulları yaratmak doğal olarak, şiddetin yeniden üretilmesini sağlayan sorunları ortadan kaldırmayı gerektirir.
Bugün geldiğimiz noktada, bütün ulusların kulak verebileceği evrensel dünya barışı fikrine ve bu fikre hizmet edecek evrensel ve yepyeni örgütlenmelere ihtiyaç var.
Birleşmiş Milletleri bütün kurumlarıyla yeniden inşa etmek ve bir Dünya Parlamentosuna giden yolu açmak, dünyamızın barış ihtiyacı olmak üzere, birçok sorunlarını tartışacağımız yeni alanlarla buluşmak anlamına gelecektir.