Bu köşenin bir hafta boyu neden kapalı kaldığını merak edeniniz olduysa Peyami Safa’nın ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ romanını okumanızı tavsiye ederim. Birebir benzerlik kurabileceğiniz için değil tabii; çünkü ne yaşım roman kahramanı gibi 15, ne de rahatsızlığım —çok şükür tıp ilerlediği için— baston taşımamı gerektirecek çapta...
Hatta ‘hariciye koğuşu’nda da yatmış değilim; hastanelerde artık ‘hariciye’ adıyla anılan bir koğuş bulunmuyor çünkü...
O sabah her zamankinden daha canlı kalktım. Önce Ak Parti’nin, araştırmacılar, akademisyenler ve yazarları Gezi Parkı olaylarını tartışmak üzere davet ettiği Malta Köşkü’ndeki çalıştaya katılacak, ardından da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın âkil insanlar heyetleriyle buluşacağı, uzun süreceği muhakkak toplantı için Dolmabahçe’ye koşacaktım...
Daha ilk toplantıda sağlığım teklemeye başladı.
“Konuşulanlardandır” diyen var; “Kime kızdın?” diye soran da çıktı... İşin aslı, hafif tertip şakaklarıma yükselen ateşi toplantının en başında fark ettim; daha da artan hararetimi tavsiye ilâçla gidermeye çalıştım. Sonuç: Başbakanlı toplantıya sağlığımdan emin gittim...
Ama o da ne? Herbiri özenle toplantıya hazırlanmış âkil adam heyetleri başkanlarının cesur edalarla sundukları yetkin özetleri göğsümü kabartırken, kabaran göğsümün biraz yukarılarında fırtınalar esmeye ve kendi fırtınama tutulup Mevlevi dervişler gibi dönmeye başlamayayım mı? Meğer kendim dönmüyor, ama yüksek ateşten başım fena halde dönüyormuş...
İp orada koptu. Ateş Sibirya soğuğu gibi vücudu etkilermiş meğer; resmen titremeye başladığımı hissettim...
Yalnız ben hissetsem iyi, iki yanımda oturan Fuat Keyman ile Hasan Karakaya da “Ne oluyor?” diyen gözlerle yüzüme bakıp alnımdan çıkan ateşi yakalamaya çalıştılar...
Vücudumun kilosuna takılıp benim kimbilir ne rahatsızlıklara düçar olduğumu düşünen dostlarım çıkabiliyor; ama yakından tanıyanlar sanıldığının aksine sağlığımın yerinde olduğunu biliyor. Bir-iki önemsiz değer dışında korkulacak bir yönü yok sağlığımın...
O gün hariç.
Başbakanlı âkiller toplantısının sonunu getiremedim. Kendimi ellerine teslim ettiğimde, Tayyip Bey’in yanından ayırmadığı Ankara Milletvekili Prof. Cevdet Erdöl’ün, nabzımı, tansiyonumu ve ateşimi ölçtükten sonra yüzünün aldığı hal görülmeye değerdi. “Derhal en yakın hastaneye” dedi Dr. Cevdet Bey...
Nabzım 100’ün üzerinde bir yerlerde dolaşıyormuş... Tansiyonum 22’ye vurmuş, ateşim de 39,5’a... Hiç tanımadığım yükseklikte değerler...
Merak etmeyin, şu anda her şey büyük çapta yeniden normallere döndü. Nabız, tansiyon, hararet... Hepsi eski doğal değerlerinde... Aradan geçen bir hafta içerisinde, sağlığın ne kadar kıymetli, insanoğlunun bir o kadar âciz, ülkemizdeki hastanelerin ve tıp profesyonellerinin övünülecek düzeyde olduğunu yakından gözledim.
Galiba bir şeyi daha öğrenme fırsatı buldum: ‘Dost’ bildiklerimin gerçekten ‘dost’ olduklarını, okurlarımın da nezâket ve vefasını...
Ateşimi ve tansiyonumu düşüren ilk müdahaleleri âciline koşturulduğum bir hastanede aldım, ama esas teşhis ve tedaviye Medipol Üniversitesi’nin hastanesinde kavuştum. Londra (İngiltere) ve Boston’da (ABD) hâlâ övgüyle anlatadurduğum hastane günlerim olmuştu; ancak Medipol’de geçirdiğim birkaç gün hepsinin üstünde.
Medipol’ün benim övgüme ihtiyacı yok; hemen her servisi en dolu şekliyle çalışıyor ve fiziki mekânlar sürekli genişletiliyor. İyi hizmet, doğru teşhis ve güvenilir tedavi insanları oraya çekiyor olmalı...
Peyami Safa’nın ‘yazar’ diye andığı roman kahramanı, o dönemin şartlarında, bacağı kesilerek sorunundan kurtulabileceği haberini alınca bayılır... Sonunda hastanede üç ay geçirir ve ameliyata gerek kalmadan sağlığına kavuşur...
Görüyorsunuz, benim hastalık serüvenim bir hafta bile sürmedi. “Kesin istirahat” diyerek hastaneden taburcu eden doktorlar, “Yazılara hemen başlamanızda sakınca yok” diyerek sizlerle buluşmamı çabuklaştırdılar.
“Nerede?” sorusunu arkamdan soran, ziyaretime gelen, arayan, mesaj gönderen herkese sevgiler...