Hayatda sâdece kendi istediğiniz rolü oynayamazsınız.
Bâzen öyle beklenmedik gelişmeler olur ki gözünüzü âdetâ aklınızın ucundan bile geçirmediğiniz bir noktada açabilirsiniz.
İnsanlar için geçerli olan bu durum milletler için de imkân ve ihtimâl dâiresindedir.
Bana öyle geliyor ki Türkiye’nin başına da böyle bir iş geldi.
Kendi hâlimizde, otobüsün arka koltuklarından birinde pinekler ve ara sıra mahmur nazarlarla pencereden dışarıyı seyrederken ansızın biri omzumuzu dürtüp biraz da sabırsız bir tavırla kalkıp direksiyona geçmek için kırmızı dipli balmumuyla dâvetiye mi beklediğimizi sordu.
Biz de aslında neye uğradığımızı bile tam olarak anlayamadan, apar topar, düşe kalka şoför mahalline seğirterek çökercesine oturup kontak anahtarını çevirdik, gacırdatarak bir vitese girdik ve hıngır hıngır sarsarak aracı harekete geçirdik.
Biri bana Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Türkiye târihini altı yedi satırla özetle dese ben muhtemelen bunları anlatırım.
Yola koyuldukdan sonra olanlar ise yine pek farklı değildir.
Kimse darılıp gücenmesin ama Türkiye, Sovyetler birliği kendi içine göçüp de dış müdâhale olmaksızın târih sahnesinden silindikden sonra kelimenin tam mânâsıyla bir “şaşkın ördek” pozuna bürünmüş ve uzun, adamakıllı uzun süre bu pozu muhâfaza etmişdir.
Tek bir anımı nakletmek istiyorum:
1993 yâhut 94 Yılı çok üst düzeyde bir Türk delegasyonuyla berâber yeni teşekkül etmiş Türk Cumhûriyetleri’ne veyâ bâzılarının dediği üzere Türkî Cumhûriyetler’e yapılmış bir geziye katılmışdım.
SSCB’nin son iki üç senesinden îtibâren oraları gazeteci sıfatıyla birkaç kere dolaşma fırsatı bulmuş olduğumdan bölgeyi az çok tanıyordum. Bana hem daha önceki temaslarımda hem de o sefer yöneltilen bir ricâyı, Delegasyon’da bulunan Kültür Bakanı’na iletdim:
Türk klavyeli birkaç yüz daktilo makinesı istiyorlardı!
Rusların kendilerine zorla kabûl ettirdikleri Kiril Alfabesini bırakıp bizler gibi Latin Alfabesine geçmek istedikleri için bu birkaç yüz Türkçe daktilo onlara büyük kolaylık sağlayacakdı ve böylece AYNEN bizim alfabeyi kullanmaya başlayacaklardı.
Bu ise meselâ yayıncılık alanında olağanüstü bir sıçrama sağlayacakdı.
O sıralar bizde bir kitab beş bin nüsha satıldı mı yayıncısı masanın üzerine fırlayıp göbek atmaya başlıyordu. Oysa meselâ Âzerbaycan gibi o zamanki nüfûsu altı milyon dolayında bulunan bir ülkede 25/30 bin nüsha satan kitab çok vardı.
Ben bu daktilo ricâsını Kültür Bakanı’na iletdiğim zaman bana cevâbı üç kelimeden ibâret oldu:
“Biz Tûrancılık yapmıyoruz!”
Eh, artık bu kafaya ne diyeceksiniz ki?
Son 30 yılımızı incelerseniz bu gibi “tuhaf” hâdiselere sık sık rastlayabilirsiniz.
Hazırlıksız yakalanmışdık!
Yepyeni bir dünyâ düzeninde yerimizin ve görevimizin ne olacağına dâir hiçbir fikrimiz yokdu!
Hattâ o düzenin ne mene bir nesne olduğu konusunda da bir fikrimiz yokdu!
Mahalle arası ufacık ve penceresiz ahşab bir evde televizyonsuz, hattâ radyosuz, sâdece çevirme kollu bir gramofon ve birkaç 78’lik eski plakla “âsûde” bir ömür sürmekden başkası tasavvurumuzdan bile geçmiyordu.
Bana öyle geliyor ki dışarıdan dürtüklenme olmasaydı pek davranıp toparlanacağımız da yokdu.
Bölgemiz olağanüstü değişimlerin kısmen eşiğinde ve kısmen göbeğinde çalkalanırken böyle bir umursamazlığın netîcelerini düşünmek dahî istemiyorum.
Ama artık hangi sebebden olursa olsun doğrulmuş, bütün mahmurluğunu üzerinden atmış ve olaylara dikkatle bakan bir Türkiye var.
Şimdi mesele bu Türkiye’nin ne yapacağına karar vermesi.
Almanlar der ki “Aptalca soru yokdur aptalca yanıt vardır.”
Görebildiğim kadarıyla hâlen dört bir yanımız sorularla dolu:
Kuzeyimizde, güneyimizde, doğumuzda ve batımızda neler oluyor ve neler olacak?
İsterseniz bunları zamân içinde ve teker teker ele almayı deneyelim.