Geçtiğimiz Cuma günü ABD doları iki TL’yi buldu; bu tarihsel bir rekor.
Ancak, ortada endişe edecek, panikleyecek özel bir durum da pek yok.
Yeter ki durumu iyi analiz edelim ve durumun gereklerini yerine getirelim.
Doları biz üretmiyoruz, bizim için ABD doları da diğer mallar gibi bir mal.
Her malda olduğu gibi bir arzı ve bir de talebi var.
Gelinen nokta da dolar arz ve talebinin bir sonucudur.
ABD piyasalara dolar akıtmaya ara verdi, gelişmekte olan ülkelerin merkez bankalarının rezervleri yüz milyar doları aşan büyüklükte azalıverdi.
Türkiye’de dolar talebi geleneksel olarak yüksek, bunu biliyoruz.
Talebin yüksekliğinin altında psikolojik nedenler de var, dış ticaret açığı meselesi var, cari açık var, ihracatın yetersizliği meselesi var, vs.
Bu talep fazlası zaman içinde de pek değişmiyor.
Üzerinde düşünmemiz temel mesele dolar arzının içinde bulunduğumuz konjonktürde yetersizliği.
Doların iki TL olmasının altında da temel olarak bu yatıyor.
Dolar arzı yetersiz, peki bu durumda her vadede ne yapmalıyız?
İhracatı artırmamız önemli ama bunun da bir sınırı var.
Bir trilyon dolarlık (PPP, satınalma gücü paritesi) bir ekonomide, demokratik bir rejimde beş yüz milyar dolar ihracat yapamazsınız, iç talebi bu ölçüde baskılayamazsınız.
Artık düşük ücret de çok önemli değil, üstelik Türkiye de artık yavaş yavaş bir düşük ücret ülkesi olmaktan çıkıyor, bu da çok iyi bir şey; AB ülkeleri arasında bile galiba yedi ülkede asgari ücret bizdekinin altında.
Turizm ve müteahhitlik gibi hizmet sektörleriyle de döviz arzı arttırılabilir ama bunun da döviz arzı derdine kalıcı deva olacağını söylemek pek mümkün olmayabilir.
Türkiye büyümeye mahkum bir ülke, artan döviz talebini frenlemek hem mümkün değil, hem de arzu edilebilir bir konu değil.
Önemli olan ülkeye döviz girişini arttırmak.
Bunun da galiba en etkin yöntemi küresel yatırım fonlarından Türkiye’nin bugünküne oranla çok daha fazla kaynak çekebilmesi (Radikal gazetesinde Sayın Metin Ercan konunun çok önemli bir yanını ele alıyor, tüm ilgililere tavsiye ederim).
Türkiye küresel yatırım fonlarından çok daha fazla kaynağı nasıl çekebilir, bunun çok iyi analiz edilmesi ve gereklerinin yerine getirilmesi şart.
Daha fazla küresel kaynağın ülkemize çekilebilmesi ise yatırım ortamının bugüne oranla iyileştirilmesine, mülkiyet haklarının küresel standartlara getirilmesine bağlı.
Bir iktisatçının kullandığı yatırım ortamının iyileştirilmesi, mülkiyet haklarının geliştirilmesi kavramları bir hukukçu için ise demokratik hukuk devletinin AB standartlarına taşınması demek.
Bu da yetmez.
Ülkenin siyasi ortamının da büyük yabancı kaynakların girişini kolaylaştırıcı olması lazım.
Kürt meselesinin tarihin çöp sepetine artık geri dönüşsüz olarak atılması, komşularla sıfır sorun politikasının gerçekçi, yapılabilir bir biçimde uygulanması siyaseten bir zaruret.
Eğitim standartlarına bu yazıda girmiyorum, zaten her Pazar bu konuda görüşlerimi aktarmaya gayret ediyorum.
Çok net söylüyorum, ülkemiz Türkiye’ye yabancı kaynak girişi bugünkü ile mukayese edilemeyecek ölçülerde arttırılamadığı ölçüde 2023 hedeflerini, mesela kişi başına yirmi beş bin dolar hedefini yakalamak olanaksızdır.
Orta ve uzun vadede de kişi başına gelir artışları yükselmedikçe her türlü bela kapımızda demektir.
Önce AB standartlarında demokrasi ve hukuk devleti (anayasa, siyasal partiler kanunu, seçim kanunu, sivil-asker ilişkileri, etkin bir yargı sistemi, özgür ve yaratıcı eğitim, mülkiyet hakları, ticaret kanunu, vs.) sonra da yüksek büyüme.
Sakın ola tersinin mümkün olduğunu düşünmeyelim.