Demokrasiyi tek sözcükle tarif etmem istenirse benim tercihim belli: Tahammül... Demokrasiyi bütün eksikliklerine rağmen diğer beşeri sistemlerden üstün kılan nefis terbiyesini de gerektiren bir ‘tahammül’ sistemi olmasıdır.
Herkesin fikri kendine özel. Dahası, herkesin fikri kendine güzel de. Bu yüzden fikrî ihtilâfların bütünüyle ortadan kalkması mümkün görünmüyor. Kim ne kadar özverili çalışırsa çalışsın, hayat boyu hiç bencillik yapmasın, elindeki imkânları mümkün olduğu kadar eşitlikçi bir anlayışla kullansın, hatta hiç yanlış yapmasın... Yine de eleştiriye maruz kalacaktır.
Özgürlükçü bir ortamda, her iktidar, en doğruları yapıp dursa bile, karşısında mutlaka bir muhalefet bulacak, vatandaşların oyları hiçbir zaman tek bir partide toplanmayacaktır.
Bu kadar kesin ve bu kadar keskin bir durum söz konusu.
Politikacıların zaman zaman bu kesin gerçeği anlamakta zorlandığı görülüyor; yalnızca bizde değil diğer demokratik ülkelerde de... Anlamaya engel bir yön olduğu kesin: 24 saatlik günün neredeyse bütününde ülkesinin hayrına işler yapan, aklı sürekli vatandaşının daha huzurlu ve müreffeh olmasına takılı, hizmet ehli, yerinde duramayan bir yönetici düşünün; kendisine göre kıytırık sebeplerle karşısına dikilen muhalifler ve medyadan gelen eleştiriler nasıl moral bozucu olmalı...
Çalışkan ve iyi niyetli devlet adamlarının kendilerinden hiç beklenmeyen tepkileri biraz da böyle bir zeminde oluşuyor. Adnan Menderes’in iktidarının sekizinci yılında kurduğu, gereksizliğine hiç kuşku duymadığım ‘Tahkikat Komisyonu’ böyle bir tepkiselliğin sonucuydu.
‘İktidar’, adı üstünde, ‘güç’ demektir. Demokrasi gücün sınırlanmasını getirdiği için bazen ayak bağı olarak görülür. Politikacı, eğer iktidardaysa, vatandaşın her türlü sorununun çözümünde olduğu gibi kendi sorunlarının çözümünde de iktidar gücünü kullanma ihtiyacı duyar. Talimatsa talimat, uygulamaysa uygulama, yasaysa yasa... Her yol ve her yöntemle karşısına çıkan sorunun ortadan kaldırılmasına bakar.
Fransa’da ‘soykırımı inkâr yasası’ böyle çıktı: Bazı vatandaşlarından gelen aşırı talepler ve Türkiye’nin burnunu sürtme ihtiyacı, tahammülsüz bir politikacı olan Nicolas Sarkozy’i böyle bir yanlışlığa itti.
Bizde de, buram buram provokasyon kokan üç-beş heykel kırma olayından sonra ‘Atatürk’ü koruma kanunu’ çıkartılması, ‘Takrir-i sükûn kanunu’, ‘Anayasayı koruma kanunu’ gibi yasal düzenlemeler hep müsamahanın ortadan kalktığı dönemlerin eseridir.
Her yanlış yasayla düzelmez. Her eleştiri anlamsız değildir. Hep doğru yapan bile karşısında mutlaka muhalifini bulacaktır. Başka yerde, değişik coğrafyada, farklı şartlarda başarılı olmuş formüllerin her yerde aynı sonucu doğurması beklenemez. Kısa yol her zaman en güvenilir yol olmayabilir. Her zafer başarı hanesine yazılmaz politikada... Arkası kalabalık liderler, bir anda değil ama bir gün mutlaka, yalnız kalmaya da kendilerini alıştırmalıdır.
Yukarıdaki paragrafta yer alan her cümleyi, bizden ve başka ülkelerden bildiğim örnekleri aklımda tutarak yazdığımı bilmenizi isterim.
Tahammül mülkünü yıkan Hülâgü Han da iktidar sahibiydi; bunu unutmayalım.