Mavera dergisinin idarehanesi ne kadar güzel bir yerdi. Ne kadar kahrımızı çekti oradaki insanlar.
‘Kahrımızı.’ Çünkü sadece ben değilim. Biz, bir kuşak. Yüzlerce, binlerce insan. Kimimiz laftan anlarız, kimimiz anlamayız.
Lafını bilenimiz var, bilmeyenimiz var. Okuyanımız var, okumayanımız var. Patavatsız, patavatlı... ne istersen.
O Cahit Abi, o Erdem Abi, Rasim Abi, Akif Abi... Nasıl konuşuyorlar herkesle. Nasıl önem veriyorlar. Nasıl dinliyorlar...
Çok nadirdi öyle meclisler.
Allah hepsinden razı olsun. Ahirete göçenlere rahmet etsin.
Cahit Abi’nin oturduğu sandalyenin arkasında bir levha vardı. Çerçevelenmiş. Latin harfleriyle yazılmış. Hıfzi’nin bir mısraı.
‘Edib olur kişi sermaye-i hayası kadar.’
Harika bir şey. ‘Ne kadar haya sahibiysen, o kadar edepli olursun’ diyor ama, bunu söylerken, ‘edebiyat’la ‘edep’ arasında kuvvetli bir bağ kurmuş oluyor.
Savaş Ş. Barkçin’in ‘Divan-ı Zerefşan’ını okurken, taa oralara gittim. (Litera Yayıncılık, İstanbul.)
Büyük bir iş başarmış Barkçin. Eski şiirimizin formunda, eski şiirimizin lisanında, ama bugüne dair söyleyişler de ihtiva eden çok güzel bir Divan yazmış.
Peygamberimiz’in mübarek ismi şu günlerde, uluorta, çok telaffuz ediliyor.
Dini tahrif için, insanları yanlışa sevketmek için yapılır mı böyle şey? Ne yazık ki yapılıyor.
Bir ‘edep’ meselesi bu. Bir ahlak, bir saygı meselesi.
Ve Barkçin’in Divan’ının ‘Nu’ut’ faslında gördüğüm güzel mısralar, o ‘edep’ ve ‘ahlak’a çok güzel bir ‘numune.’
Nu’ut, bilirsiniz, Na’t’ın çoğulu. Na’t ise, Peygamber Efendimiz için yazılmış şiir demektir.
Şu günümüzün, Efendimiz’in hatırasıyla aydınlanmasına vesile olsun diye, köşemi, Savaş Ş. Barkçin’in sunuşuna ve mısralarına terk ediyorum.
Şunu da söylemem lazım: Şair olmadığım halde gıpta ettim. Allah nazardan saklasın.
“Bir gece rü’yâda Roma’da bir Osmanlı câmiinin içindeki bir mermer levha üzerinde sülüs hat ile “Serserînim yâ Resûlallâh” yazılmış olduğunu gördüm. Bana rü’yâmda her Osmanlı hattatının bu hattı tevâzû eseri yazmasının bir an’aane olduğu söylendi. Şu âciz kalem bu ilhâm ile ertesi günü şu manzûmeyi yazmaya müyesser kılındı:
Kıl şefâat kemter âciz kuluna
Serserînim ya Resûlallâh senin
Eyle himmet girem Allâh yoluna
Serserînim yâ Resûlallâh senin
Bi adeddir günehim, hep şer işim
Yok enîsim gâib olmuş cân eşim
Gayri yok mehtâbım ey şeh, güneşim
Serserînim yâ Resûlallâh senin.
Seni bildim, seni sevdim ey Nebî
Olayım benden kerem kıl ebedî
Ey resûller şâhı ey Hakk’ın gülü
Serserînim ya Resûlallâh senin.
Bu seher rü’yâda ismin gördü göz
Başka ad yokdur ve yokdur başka söz
Nûrun ihsân et de nûr olsun şu öz
Serserînim ya Resûlallâh senin.
Ey Zerefşân yola gir kalma cüdâ
Tevbe et Hâdî’dir elbette Hudâ
Yüzüm eğdim pâyin öpdüm Mustafâ
Serserînim ya Resûlallâh senin.
(İstanbul’dan Ankara’ya giderken, 12 Ocak 2010)