AK Parti hükümetleri döneminde Türk dış politikasının yönetimi yeni bir anlayış, yeni bir vizyon ve yeni bir üslup kazandı.
1 Mart 2003 tezkeresinde sergilenen tavır dış politikada izlenecek yeni yolun eşiğini teşkil etti. Yakın komşularla sorunları çözmeyi önceleyen yaklaşım başarılı oldu; bu başarının da etkisiyle batı dünyasındaki itibarımız yükseldi ve özellikle AB ile ilişkilerimiz en iyi seviyeye ulaştı; ardından yeni bir asrın eşiğinde demokrasiye ve refaha ulaşmak için kendilerine çıkış yolu arayan bölge ülkelerinde “model” olarak benimsenmemiz Ortadoğu’daki siyasi nüfuzumuzu arttırdı. Irak’ta düzenin yeniden tesisinde üstlendiğimiz rolü başarıyla icra ettik; İsrail-Filistin ihtilafında arabulucu olduk; İran’la dengeli bir ilişki kurduk; Suriye’yi himayemiz altına aldık; bu arada Balkanlar’da ve Transkafkasya’da etkinliğimizi arttırdık...
Arap Baharı sürecinde ise Tunus, Libya ve Mısır’da bize karşı mesafeli eski rejimlerin yerine bizi “model” gören ve bizim desteklediğimiz yönetimler işbaşına geldi. Hâsılı kelam, her şey iyi gidiyordu.
Ne var ki bu “iyi gidiş” Suriye’de duraklar gibi oldu. Kimilerine göre Türkiye’nin destek verdiği direniş hareketinin mevcut rejimi devirmeye yetecek gücünün olmadığı hesaplanamadı; kimilerine göre azınlık diktası olarak görülen Baas rejiminin aslında ülkede bir toplumsal dayanağa sahip olduğu görülemedi... Kimilerine göre ise batı ülkelerinin silahlı destek vaadine güvenmekle hata yapıldı.
Neticede kısa sürede devrilmesi beklenen Esed yönetimi iki yıldan daha uzun bir süredir ayakta. Dahası Suriye’deki kriz bizi İran’la da karşı karşıya getirdi. Bu süreçte -Suriye ile doğrudan bağlantılı olmasa da- Irak merkezi yönetimiyle de aramızın açılmış olması hem bölgede Türkiye’nin hiç arzu etmeyeceği Sünni-Şii kamplaşması zeminini doğurdu, hem de bölücü terörle mücadelemizde bir zaaf noktası oluşması riskine yol açtı.
Bunlar bir yana, Suriye’de Baas rejimine karşı mücadele veren gruplar arasındaki rekabet ve çekişmeler de Ankara’yı zor durumda bıraktı. Çünkü bu grupların her birinin görünür veya görünmez destekçileri Türkiye’nin müttefiki olan ülkelerdi. Biriyle yapılan işbirliği diğerlerinin hiddetini ve husumetini çekebiliyordu.
Derken gerçek manadaki ilk “bozgun” haberi Mısır’dan geldi. Bu ülkede Türkiye’nin de açıkça desteklediği büyük bir halk hareketinin neticesinde iktidara gelmiş olan İhvan-ı Müslimin cemaati kökenli siyasi kadro yine büyük ölçekli sokak hareketleri sonucunda bir askeri darbe ile yönetimden alaşağı edildi.
Aynı esnada Arap dünyasında İhvan çizgisindeki muhalif hareketlere destek veren ve bölgesel krizlerin birçoğunda Türkiye ile paralel hareket eden Katar’ın yönetiminde tam olarak ne olduğu anlaşılamayan bir değişiklik gerçekleşti. Bu iki ülkede yaşanan değişimlerin Filistin’e de, Suriye’ye de, diğer bölgesel sorunların gelişimine de ciddi etkilerinin olacağı muhakkak.
Şimdi buradan bakılarak Türk dış politikasının yönünün ve önceliklerinin değişmesi gerektiğine ilişkin görüşler dile getirilmeye başlandı. Şimdiye kadar genellikle AK Parti hükümetinin karşıtları izlenen dış politikaya -çoğunlukla da ezbere- itiraz ediyorlardı; şimdi iktidarı destekleyen çevrelerden de bu politikalara yönelik birtakım eleştiriler seslendiriliyor.
Bu eleştiriler ne kadar haklı, Türk dış politikası değişmeli mi ve değişecekse neresi değişmeli? Yarın devam edelim...