Bu satırları, “çözüm süreci” konulu bir toplantı için gittiğim Mardin’den yazıyorum. Ve burada geçirdiğim her dakika, sürecin ne kadar vazgeçilemez olduğunu gösteriyor bana.
Sokakta konuştuğum insanlar, defaatle, “Çok şükür barış oldu, yoksa buralarda huzur kalmamıştı” diyor. Barış sayesinde turizmin patlamasını bekliyorlar. Mardin’de çok sevindirici bir proje sürüyor çünkü: Şehrin tarihsel dokusunu bozan yapılar silinecek, halen “askeri garnizon” olan görkemli Mardin Kalesi de, bir “normalleşme” nişanesi olarak, turizme açılacak.
Müsellah (silahlı) Doğu, müreffeh Doğu’ya dönüşecek yani...
“Örgüt”e yakın şahsiyetlerle de konuşuyorum. Görüyorum ki, süreçten ümitvarlar. PKK’nın siyasileşme kararının kalıcılığına vurgu yapıyorlar. Hükümete karşı da, eleştirileri olsa da, güvenleri sürüyor. “Erdoğan’dan başka kimse yapamazdı barışı” cümlesini bir kaç kez duyuyorum.
Şehrin Süryani cemaatine mensup bir şahsiyetten ise, “Süryaniler olarak en çok AK Parti döneminde rahat ettik” cümlesini işitiyor, not ediyorum.
Ontolojik farklar
Ertesi gün, Türkiye’deki muazzam değişimi resmeden bir törene rastlıyorum: Mardin Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü Kürtçe Öğretmenliği bölümü mezuniyet töreni. Tam beş yüz Kürtçe öğretmen adayı diploma alıyor. Muhtemelen yakında Türkiye Cumhuriyeti okullarında iş bulacak, bu cumhuriyetin çocuklarına Kürtçe öğretecekler.
Tüm bunlar, son on yılda yaşanan müthiş paradigma değişimi hakkındaki oturmuş kanaatimi teyid ediyor: Yeni aktörler olan muhafazakârlar, eski elitler olan Kemalistlerden çok daha yatkınlar, Türkiye’nin kimlik sorunlarını çözmeye.
Çok dinli ve çok etnisiteli Osmanlı İmparatorluğu’nu referans alanların Kürt kimliğiyle, hatta gayrı-Müslim kimliklerle ontolojik bir sorunu yok çünkü. Ancak aynı şeyi 1930’lar Türkiyesi’nin tektip vatandaş tanımını referans alanlar için söylemek imkansız.
Konjonktürel dalgalanmalar, bizi bu konuda yanıltmamalı. Mesela şu günlerde Lice’deki vahim (ve mutlaka aydınlatılması gereken) olay üzerine “Diren Lice” diyerek Batı’da sokağa çıkan grupların hükümetten daha “açılımcı” veya “barışçı” olduğu sanılmamalı. Aralarındaki liberaller veya liberalimsi Beyaz Türkler bir yana, çoğu “Mustafa Kemal’in askerleri” olan bu insanların Türkiye’ye bir vizyon sunabilmesi için hükümet düşmanlığından çok daha fazlası gerekiyor.
Hükümeti ise, farklı konularda eleştirsek bile, barış süreci konusunda mutlaka desteklemek gerek. Onun için, evet, ben de diyorum ki, “diren barış süreci!”
Komplo meselesi
Kapatmadan, Yeni Şafak yazarı Cem Küçük’ün bana odaklanan “Birkaç soru sormak istiyorum!” başlıklı yazısına da cevap vereyim.
Sayın Küçük, bir dizi CIA entrikası anlatıyor ve buradan hareketle benim Gezi olaylarındaki “komplo yok” yaklaşımımı eleştiriyor
Eğer ben “dünyada hiç komplo olmaz, suikast yapılmaz, tüm devletler sevgi çiçeğidir” filan demiş olsam, bu eleştiri haklı olurdu kuşkusuz. Ama ben “sosyal olaylar”ın komployla açıklanamayacağını söyledim sadece.
Basit bir örnek: Türkiye’de AK Parti’nin yükselişi bir “sosyal olay”dır. Milyonlarca bireyin kanaat ve hissiyatının, dahası karmaşık siyasi, kültürel, iktisadi süreçlerin sonucudur. Dolayısıyla da AK Parti’yi “ABD’nin ılımlı İslam projesi”yle açıklayan ulusalcılar, yanılmaktadır. Geçen on yıl boyunca anlattığım gibi.
Geçen bir ayda ise, aynı ulusalcı mantıkları tersine çevirip aksi yöndeki bir “sosyal olay” için kullananlara karşı çıktım; mesele bundan ibaret.
Bu, söz konusu olayı beğendiğim, desteklediğim anlamına gelmiyor. Sadece, doğru anlaşılamaz ise doğru yönetilemez diye düşündüğüm anlamına geliyor.