İSAM kütüphanesinin yemekhanesinde, Türkiye'de doktora yapan, yirmi beş otuz yaşlarında Pakistanlı bir öğrenciyle tanıştım. Pakistanlıyım ama sokakta beni görenler, Adıyamanlı mısın, diyorlar, dedi. Uzun sakalları ve başındaki takkesi yüzünden "Menzil" şeyhinin (artık şeyhlerinin) müritlerinden biri olduğunu sanıyorlarmış. Türkçesi, Kürtlerin konuşmasını çağrıştırıyordu. Eh, rengi de biraz esmerceydi. Bölgenin şivesine dair birkaç anahtar kelime var, onları öğrenirsen, birkaç da Kürtçe kelime bilsen, Adıyamanlılardan ayırt edilmezsin zaten, dedim. "Rojbaş" gibi mi? dedi. Sen, meseleyi çözmüşsün, dedim. Gülüştük. Genç akademisyen, tasavvuf alanında bir tez hazırlıyormuş. Spesifik olarak tezinin konusunu sormadım, o da söylemedi. İki ülkeyi çeşitli alanlarda karşılaştırdık. Aslında daha çok ben, Pakistan'ın siyasi, ekonomik, sosyolojik, dinî durumuna dair merak ettiğim hususları sordum. Oraların durumunu, sağlam ve ufuk açıcı detaylarla tasvir eden, zekice cevaplar verdi. O konuştukça, zihnimde bir Pakistan resmi oluşuyordu. Mevdudi'nin, Nedvî'nin, İkbal'in, Dihlevî'nin, İmam Rabbani'nin, Ebu'l Kelam Ahmed el-Azad'ın kitaplarında çizdikleri Hind yarım adasının düşünsel manzarasını tamamlayan nitelikteydi konuştukları. Sonra Pakistan'da konuşulan dilleri sordum. "Pakistan'ın resmi dili, anayasada Urducadır, pratikte ise İngilizcedir. Halkın konuştuğu dil ise, bölgeden bölgeye, eyaletten eyalete değişir. Peştunca, Pencapça, Belucîce, Hindçe...gibi onlarca dil konuşulur. Etnik olarak karışık bir yer Pakistan. Ama ortak anlaşma dili Urduca'dır" dedi. Bu noktada araya girdim, "yıllar önce bir arkadaşım, Mekke'de Kürtçe konuşan Pakistanlı bir hacı ile tanıştığını söylemişti. Adam, hem de çok eski zamanlardan beri orada yaşıyoruz, demiş. Gerçekten Pakistan'da Kürtler var mı?" dedim. Hayatımda ilk defa duyuyorum, dedi. (Arkadaşımı ilk gördüğüm yerde, Adıyamanlı bir Kürt, Pakistanlıyım, diye seni kandırmış olabilir, diyeceğim). Söz döndü dolaştı, Türkiye'deki dinî eğitim ile Pakistan'daki dinî eğitimin karşılaştırılmasına dayandı.
Türkiye'deki dinî eğitimi nasıl görüyorsun? diye bir soru sordum. Televizyonda, yazılı ve görsel medyada İslam'a, temel kaynaklarına, Kur'an'a, sünnete, İslam geleneğine yönelik yıpratıcı, tahrip, tahrif, tahkir, tahrik ve tezyif edici açıklamalarda bulunan bir kısım ilahiyat hocalarını kast ederek, "Türkiye'deki dinî eğitim, dine zarar verici boyutlara ulaşmış" dedi. Pakistanlı modernist, tarihselci "Fazlurrahman"ı kast ederek, "bütün bunlar sizin adamın başının altından çıktı" dedim. "Evet, ama bizim ki sistem ürünü değil, bir imalat hatasıydı. Sizinkiler ise, sistemin normal işleyişinin doğal sonuçlarıdır" dedi. "Aynı sistemden geçtikleri halde inanç, amel, vizyon ve perspektif sahibi çok değerli alimler de var, hatta bunlar çoğunluktadır" dedim. "Doğru, dedi. Onlar sisteme girmeden önce ailelerinde sağlam bir dinî terbiye almış veya sisteme girdikten sonra klasik ilim kaynaklarıyla irtibatlarını kesmemiş kimselerdir. Dikkatinizi çekerim, zaman geçtikçe, bunların sayısı azalırken, berikilerin sayısı daha da artıyor. Bu da eğitsel ve kurumsal bir stratejik yönlendirmenin bulunduğunun kanıtıdır" diye ekledi. Öteden beri düşündüğüm, yazdığım şeyleri uzak diyarlardan bir Müslümandan duymak enteresandı. Neticede "aklın yolu birdir" demişler.
Pakistanlı- Adıyamanlı (!) kardeşime veda ederken aklıma adını sormak geldi. Muhammed Hamid, dedi. "Bir an için "Muhammed Hamidullah" diyeceğini sandım" dedim. Güldü ve üstada rahmet okuyarak ayrıldık.
Mukayese her zaman bir fikir verir.