Firari aydınlar, derin paradokslar yaşıyor. Başlangıçları din eleştirilerine dayanır. Dini sonuna kadar eleştirerek piyasaya çıktılar. Bu konuda hiç bir sınır da tanımıyorlar. Akılcılık, tarihselcilik ve pozitivizm ideolojilerinden sonuna kadar yararlandılar.
Vahyi bile tarihsel metin olarak gördüler. Hadislere de mevzu gözüyle bakarak, hepsini ret ettiler. Mezheplere de beşeri olgu diyerek saldırdılar. Hz. Muhammedi sıradan bir insana indirgeyerek, resul tarafını yok saydılar. Kuran'ın lafzen ve manen ilahi olduğuna bile itiraz ettiler.
Firari aydınlar, dinin normatif taraflarını sorgulamakla yetinmediler. Aynı zamanda dinin pratiklerini ve dindarları da sorgulayan tutumlar ortaya koyuyorlar. Bütün İslam tarihini isyan ve kanlı tarih olarak görüyorlar. İslam dünyasını her zaman aşağılıyorlar. "Geri kalma sorunu" gözümüze sokuyorlar. Oryantalizmin bütün argüman ve yöntemlerini kullanmaktan çekinmiyorlar.
Modern sosyal teoriye yarım yamalak aşina olan firari zihin, İslam'ın her şeyi bununla hesaba çekiyor. Türkiye'de yaşanan ahlaki erozyonda sadece dindarları odağa alıyor. Derin iktidar çevreleri, kapitalizmin yeni tüketim teknolojileri, Batı egemenliğinin popüler kültürle gelen beğeni ve zevk dayatmalarını görmezden geliyorlar.
İslam'ın kültürünü ve pratik hayatını adata tekfir ediyorlar. Eleştirilmeyen ve sorgulanmayan hiçbir şey bırakılmıyor. Şeriat yeriliyor, sünnet yok sayılıyor, mezhep beşeridir deniyor. Bütün bu yapılanlar düpedüz "dini reddi miras".
Peki bu firari aydınlar aynı eleştirel tutumu seküler otoriterliğe ve tek parti otoriter rejim zihniyetinin pratiklerine karşı ortaya koyuyorlar mı?
Belki diyeceksiniz ki onlar geride kaldı. Hayır! Hala bu zihniyet canlılığını sürdürüyor. Mustafa Kemal'i mutlaklaştıran ve eleştiriye kapalı tutan bilinçleriyle devam ediyor.
Firari aydınlar da Mustafa Kemal üzerinden dogmayı yeniden üretme siyasetine katılıyorlar. Dine karşı eleştiride epeyce bonkör iken öte yandan seküler otoriterliği yüceltiyorlar. Tek parti döneminde yapılanları savunuyorlar. İlginç bir biçimde bunlardan bir ilahiyat profesörü, "Mustafa Kemal bu ülkeyi bize bağışladı" diyor. Kullanılan kelime "bağışlama". Oysa Müslümanlar Allaha dua ederken bu kelimeyi kullanır.
Mustafa Kemal ve onun etrafında üretilen dogmatik düşünceye çağrıda bulunuyorlar. Laikliğe bağlılık ve şeriat tehlikelerine dikkat çekiyorlar. Tek parti döneminde yapılan zulümleri "zamanın gereği" diye savunuyorlar. Hatta "ameliyat şefkati değil, acımasızlığı gerektirir" denerek bütün baskıcı projeleri onaylıyorlar.
Dine karşı süren "eleştirel bilinç", burada tamamen " mumya bilinç" haline geliyor. Zamanı geçen, Türkiye'nin önünü tıkayan ve mutlaklaşarak dogmaya dönen bir zihniyet peşine takılıyorlar. Atatürk figürüne de bu bağlamda sahipleniliyor. Atatürk, araçsallaşıyor.
Peki firari aydının bu derin paradoksu neden kaynaklanıyor?
Firari aydının eleştirel bilinci evrensel değil. Mahalli çalışıyor. Dün de mahalliydi, bugün de. Dün, din bağlamında mahalliydi, bugün de sekülerlik bağlamında. Bilinç, bir değişim yaşamıyor. Sadece bir mahalleden başka bir mahalleye geçerek yer değiştiriyor. Bu bilincin ruhu aynı. Yani temelde dogmatik, itaatkâr, stratejik. Varoluşsal bir insani arayıştan doğmuyor. Böyle olsa sadece geçmiş mahallenin otoriterliği eleştirilmez, Tanrısal boyutlar taşıyan yeni mahallenin otoriterliği de eleştirilir.
Mesele tamamen dâhil olunan yeni mahallenin anlam dünyasına dâhil olmak ve oranın sosyal varlığıyla bütünleşmek ile alakalı. Ayrıca geldiği mahalleyi eleştirme işleviyle kendisini pazarlamak da önem taşıyor. Çünkü dâhil olunan mahalle için firari aydının en önemli stratejik işlevi, her zaman dini ve dindarları eleştirmekten geçiyor.
Türkiye'de firari zihin ve mumya zihin aynı kapıya çıkıyor. Firari aydın, dâhil olduğu yeni mahallede mumya zihne dört elle sarılıyor.