Rusya, Sovyet imparatorluğu döneminde yakın çevresi olarak kabul edilen alanlarda varlığını yeniden ve güçlü biçimde hissettirirken, Ukrayna örneğinde olduğu gibi Avrupa Birliği ve ABD bu etkinliği kırmanın peşinde.
Dehşet verici soğuğa rağmen meydanlara yansıyan bu çatışmanın mutlak galibi olarak Moskova’yı görenler mi yanılacak? Yoksa Putin eninde sonunda imparatorluk rüyasının en azından bir bölümünü gerçeğe mi dönüştürecek? Hep birlikte göreceğiz. Bu paranteze kısa bir süre içinde Ortodoks hattının önemli unsurları da eskisinden çok daha hızlı biçimde entegre olacak. Bu da Rusya’nın doğal gücü.
Söz Ortodoksluğa ve dolayısıyla dine gelmişken, denklemin bir diğer tarafında bulunan İran’ı hatırlamakta yarar var. Tahran yönetimi, her geçen gün artan bir ivmeyle Batı dünyasıyla olan ilişkilerini bambaşka bir zemine taşıyor. Esasen Batı’yı coğrafi bir algıyla tanımlasak bile, İran’ın tümüyle ondan kopuk olduğunu söylemek de doğru sayılmaz. Tarihsel dinamiklerin izini sürmek, sözgelimi İran-Almanya ilişkilerinin birkaç kriz dışında 1979 sonrasında da devam ettiğini bize gösterecektir.
Yok eğer Batı’yı coğrafi olmaktan çok bir dünya tasavvuru olarak ele alıyorsak, İran’ın Rusya ve Çin hattındaki ittifakları dahil, Batı’dan hiç kopmadığını söyleyebiliriz. Biraz karmaşık, evet. Ama sıkça söylediğim gibi, Türkiye’deki İran tartışmaları bir türlü nefret-muhabbet kıskacından çıkamadığı için bunları konuşamıyoruz.
Ancak, tüm bunları yapan İran’ın, aynı zamanda kendi doğal dinamiği olan Şiilik üzerinden de çok geniş bir nüfuz alanı elde ettiğini, bunu ustaca kullandığı için de hemen her masada elini güçlendirdiğini unutmayalım.
***
Tahran Soğuk Savaş döneminin bitişinden itibaren dünyadaki denge değişiminde kendisini Moskova’ya yakın tutmakta sakınca görmedi. Ayetullah Humeyni’nin Gorbaçov’a yazdığı mektubu hatırlayanlar, bu ilginç davet mektubunun aynı zamanda bugün var olan geniş işbirliğinin zemini olduğunu da görebilecektir.
(Yeri gelmişken parantez içinde bir hatırlatma daha: İran nasıl oluyor da, Suriye’de bu kadar etkin diye merak edenler, bunu kolayca mezhep çıpası üzerinden açıklayarak işin içinden sıyrılıyor. Oysa geleneksel Şii ulemasının önemli bir bölümü Suriye Nusayriliği’ne hayli kuşkulu bakar, hatta din dışı görenler de az değildir. Bu yakınlaşmayı, yani İran Şiiliği ile Nusayrilik arasındaki ittifakın zeminini sağlayan da yine Humeyni’nin bir fetvasıdır.)
Bütün bunları yazmamın bir tek nedeni var. Dini hayatın bir kenarda durmasını, farklı anlamlara sahip olmasına rağmen aynıymış gibi kullanılan iki kavram ‘laiklik’ ve ‘sekülerlik’ etrafında dış politikanın şekillenmesini arzu edenler, biraz kafalarını kaldırıp bölgeye ve dünyaya bakmak zorunda.
Türkiye’nin attığı her adımı ‘Sünnilik üzerinden siyaset yapıyor’ diye mahkum edenler, bir ülkenin kendi güç unsurlarının doğal akışını kesip atamayacağını ya bilmiyor yahut maksatları bu gücün kırılması. Türkiye elbette Sünni kodlar üzerinden bir yol haritası çizmiyor. Ancak bunu söylemek sizin doğal ittifaklarınızı yok saymanız, kim olursa onunla işbirliği yaparız gibi işi boş bir retorikle hareket etmeniz anlamına gelmiyor.
Gel gelelim sorun şu ki, Türkiye’de dini hayatın önemli unsurları, böyle bir doğal akışın parçası olarak hareket etmek yerine, ısrarla ve inatla Ankara’daki iktidar kavgasında taraf olmanın peşinde.
Sonuç ortada.