Öletinde üç Filistin asıllı genç öldürüldü; dünyanın bir çok yerinde, ancak Müslümanların yoğun olduğu yerlerde protesto gösterileri yapıldı. Ancak ne yazık ki bu olay farklı aidiyetleri simgeleyen devlet temsilcileri tarafından bir protesto fırsatı olarak değerlendirilemedi.
Ardından Danimarka’da “ifade özgürlüğü” üzerine yapılan bir toplantı salonu ile bir sinagoga saldırı yapıldı, iki kişi öldü. İlk olayın sorumlusu olarak İslam karşıtı kişilerin adı geçti, ikinci olayın da İslami kesimlerden birileri tarafından gerçekleştirildiği ileri sürüldü.
ABD ve Avrupa ülkelerinde Müslümanları ya da Hristiyan ve Yahudileri hedef olarak seçen münferit girişimler, kişisel kindarlık nedeniyle işlenen cinayetler, kendi başına din savaşı yürüttüğünü sananların yaptığı katliamlar olabilir. Ancak bu tür olaylara imza atanların örgütlü sosyal ağların üyeleri olmaları daha mümkün.
Kurbanlarını kitlesel olarak değil de tek tek seçenler, eylemlerinde öldürülen kişileri birer rakam olmaktan çıkarıyor, tanınan birer kimlik haline getiriyor. Bu durum ölene daha fazla üzülme, öldürene de daha fazla kızma imkanı veriyor. Bu da halklar arasındaki nefretin büyümesine katkı sağlıyor.
Seçili hedef
Son dönemlerde IŞİD ile “popüler” hale gelen seçili hedef terörünün, münferit girişimler olarak açıklanması zor. Ne yazık ki bu tür eğilimlerin farklı toplumsal kesimler içinde giderek daha örgütlü bir mücadele aracı haline geldiği söylenebilir. Ve yine ne yazık ki toplumların içinde yeşeren bu tür durumlarla mücadele etmek oldukça zordur.
Ayrıca bu tür olayların yaşandığı ülkelerdeki siyasiler, var olan karşıtlıkları oya tahvil edebileceklerini düşündüklerinde tarafların cesaretlenmesi de söz konusu olur. Diğer bir ifadeyle iktidarların taraflardan birine daha yakın olduğunun düşünüldüğü yerlerde, bu tür cinayetleri işleyenlerin kendilerini haklı görme eğilimi artar. Bu da karşı tarafın “öç alma” eğilimlerini perçinler.
Dünya tarihindeki bütün etnik ve dini savaşlar nefret tohumlarının bu tür girişimlerle ekilip siyasiler tarafından sulanmasıyla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, çözümler de öncelikle siyasi liderlerin tutum, davranış ve önerilerinden geçmekte. Ancak burada kast edilen, sadece olayların yaşandığı ülke liderlerinin bir tutum benimsemesi değil, gerçekçi bir işbirliği.
Yaklaşan tehlike
Bugüne kadar “medeniyetler ittifakı” kapsamında çok sayıda girişim olmuş, dini liderlerden siyasi liderlere kadar çok sayıda temsilci yaklaşan tehlikelere karşı yan yana projeler gerçekleştirmeye çalışmıştı. Ancak anlaşıldığı kadarıyla bu tür girişimler toplumlar nezdinde birer “vitrin” niteliğinde algılanmış. Sorunların temeline inmeyen, çözüm üretemeyen platformlar olarak görülmüş.
Artık bir Hristiyan liderle bir Müslüman liderin el ele tutuşmasıyla yatışacak bir ortam söz konusu değil. Bugün, karşı tarafa sahip çıkabilme siyasetine ihtiyaç var. Bir Müslüman öldürüldüğünde Müslüman olmayanların, bir Yahudi öldürüldüğünde Yahudi olmayanların, bir Hristiyan öldürüldüğünde de Hristiyan olmayanların meseleye sahip çıkması gerekiyor.
Öyle anlaşılıyor ki, bu sürecin “batı” dünyasından başlamasına ihtiyaç var ve sorun tam da burada. Liderlerin “öteki”ne sahip çıkma siyasetine geçmeleri ve bunu da uluslararası kuruluşların gündemine getirmeleri acil bir ihtiyaç. Her ne kadar liderler açısından “ötekine” sahip çıkmak siyasi bir riski ifade etse de, esas riskin bundan sonra ortaya çıkacağını ve birbirine düşman olmuş halkları yönetmek durumunda kalacaklarını belirtmekte yarar bulunuyor.