Yönetmenliğini Murat Pay’ın yaptığı ‘Dilsiz’ adlı sinema filmi, seyircisiyle buluştu. İdealist takım arkadaşlığının yanısıra, profesyonel manada güzel bir iş çıkmış. “Hakikat sessizdir” diyor filmin bir sahnesinde, bu film de öyle... Nice çok sesli, reklamlı yapımların arasında sessizce ama sağlamca hakikate doğru yol alan/aldıran bir film...
“Din ve sanat aynı madalyonun farklı yüzleridir” der Tarkovski... Dilsiz’de de vaaz olarak minberden mindere doğru giden bir din daveti yok belki ama seyrederken içinize sımsıcak bir şeyler doğuyor. Bu sözle tarif edilecek bir şey değil ama belki sezgi diyebiliriz. Veya ağır ameliyatlardan sonra uzun süre beni sımsıkı tutan sargılarım açıldığında, hayat birden parmaklarını bedenime değdirdiğinde bana, nasıl güçsüz bulduysam kendimi, öyle oldum filmi seyrederken. Sargılarım çözüldü ve film boyunca konuşmayan Hüdhüd soyundan bir papağan olan Dilsiz’in dili içime geçti. Gibi oldu.
Ben sevdiğim filmleri böyle seyrediyorum işte. Bir çocuk gibi, sanki o filmin içine girerek. “Sanki... Gibi...” diye sayıklayarak. Başımdan geçmiş gibi anlatırken buluyorum kendimi. Filmin her karesi, bir tablo gibi, oradan çek duvara as, o kadar güzel İstanbul ve Safranbolu kareleri...
Film bir ressamla bir hattatın yani, doğu-batı geriliminin hikayesi... Uzaktan sevmeye dair bütün doğu hikayelerini de kucaklayarak gelen, müeddeb, kaderine razı, nasip böyleymiş diyerek boynunu eğenlerin, gariplerin, Ali’lerin, Veli’lerin hikayesi... Mim Kemal Öke, sanki kendisini oynamış, çok güçlü bir karakter... Kütüphanede kitaplar arasında bir haya-i fener gibi dolanan Selma Hanım, niçin bize bu kadar tanıdık geliyor. Sevmek Zamanı’ndaki bir havayı taşıyor filme; “Ben hayal ettiğiniz kişi değilim” diyerek...
***
Mütedeyyin kişilerin hatta maneviyata inanan diyerek genelleştirelim bu bahsi, sanatta kendi özgün yollarını ararken çoğu kez soyut olana gitmeleri rastlantısal olmasa gerek. Kandinsky resimleri bu macerasıyla çok değerli bir çile muhasebesidir mesela. Peki İslami inanç ile görsel sanatlar bahsini bir arada nasıl müşahhaslaştıracağız? Bu büyük bir sual ve büyük bir sınav.
Yönetmen Murat Pay’ı, Üstad Hasan Aycın ve sanatıyla ilgili bir panelde tanımıştım. Aycın’ın çizgi felsefesiyle onun sinematografi felsefesi arasında çok sıkı bağlar var. Biri çizgide, biri sinema dilinde hikmeti arayan, izleyen yolcular... Niçin yolcu dedim acaba? Galiba içimden geldi, sargılar çözülünce böyle oluyor insan sanırım...
Prof. Tosun Bayrak (ra), İslam estetiğinin menşei hakkında sohbet ederken, Sevgili Efendimiz'den (sav) bir rivayete atıf yapmıştı. Abdullah bin Mesud'dan: Bir gün Efendimiz arkadaşlarıyla otururlarken elindeki hurma dalıyla yere bir şekil çizmişler. Bir kareymiş bu. Karenin ortasında bir nokta varmış. Sonra karenin köşesinden dışarı doğru uzanan başka bir çizgi çekmiş ve bu çizgiyi kesen bir sürü küçük çizgi atmış... “Bu çeperin içindeki nokta insandır, çeper ise ona Allah Teala tarafından tayin edilmiş hayattır. Çeperin dışına uzanan çizgi ise onun emelidir. Emel çizgisini kesen küçük çizgilerse, insanı ve emellerini hayatı boyunca etkileyecek bela oklarını temsil ediyor” demiş. “Bu oklardan bazısı insanı ıskalasa da çoğu kesinlikle isabet eder ve en sonunda eceli gelip onu emellerinden koparır” diye tamamlamış sözünü...
İslam sanatının menşeinden bahsederken onu hayat ve ölüm sarkacı üzerinden tarif etmek bizi “gönül dikkati”ne çağırıyor. Ben, “Dilsiz”i gönül dikkatinde bir film olarak seyrettim. Keşke Gençlik ve Spor Bakanlığımız, bu güzel filmi tüm üniversitelilerimizin seyrine hediye etse...