Filistin direnişinin efsane komutanı şehid Yahya Sinvar'ın, yirmi üç sene kaldığı İsrail esareti altında yazdığı kitabının adı. İlk satırından son satırına kadar parmak uçlarınıza dikenler batıyormuş gibi ciğerlerinizde derin bir sızı hissediyorsunuz. Ruhunuz kanıyor okuduklarınız karşısında. Tercüme ederken, her bir anekdotun karşısında zihnimin tarumar olduğunu hissetmiştim ben. Sırf gerçeğin, acı gerçeğin, yakıcı gerçeğin korunu avuçlarımda tuttuğumu düşünüyordum. Yüreğim bir yangın yerine dönmüştü. Okuması tahammülfersa olan bu hakikati yaşamanın ağırlığını, imkanı yok, tasavvur edemezdi bir insan evladı.
"Gazze'nin eş-Şatî kampındaki barakamıza Batı Şeria'da yaşayan teyzem gelmişti. Bir poşet içinde meyve getirmişti. O güne kadar hiç tatmadığım bir meyve vardı poşette. Yıllar sonra onun şeftali olduğunu öğrenecektim" benzeri anılar karşısında yüreğim burkulur, gözlerim buğulanır, parmaklarım titrer, dilim damağıma yapışırdı. "Elinde boş tencere, tava, kap kacakla annem, barakanın içinde oradan oraya koşturuyordu, elekten boşalırcasına yataklarımızın üzerine şıp şıp düşerek uykularımızı haram eden yağmur damlalarını karşılamak için" dediği yerde, gözyaşlarım eşlik ediyordu satırlara.
Bir Ramazan günü, sahur vakti yine saldırdı İsrail. Dört yüzün üzerinde Filistinli çoluk çocuk, kadın şehit oldu. Ülkemizde bir akademisyen o sırada Yahya Sinvar'ın soyuna sopuna dil uzatıyordu ekranlarda, Yahudi olduğunu ileri sürüyordu. Çok derin bir acı duydum, İslam aleminin kalbine Siyonist hançeri saplanmış kadar elem vericiydi. Yahya Sinvar'ın, kitabında, ihanet eden, Siyonistlerle işbirliği yapan satılmış Filistinliler konusunu neden bu kadar işlediğini anlamıştım. Bizden görünenin gülü incitiyorsa, hançeri ne kadar ölümcüldür kim bilir?
Bir de Müslümanların sessizliği. Kerbela'da Hüseyin'in kıtır kıtır doğranmasını ölgün gözlerle izliyormuş gibi ilgisiz duruşları yok mu, insanı can evinden vuran cinsinden.
Diken ve Karanfil'in en kanatıcı sahnesi. Biri Hamasçı, biri el-Fetihçi iki kardeş İsrail'e karşı yapılan eylemleri tartışıyorlar. El-Fetihçi kardeş "bu eylemler biraz daha devam ederse, İsrail'in hışmına sebep olursunuz, evlerimizi başlarımıza yıkarlar" diyordu. Hamasçı kardeş "şimdi farklı bir şey mi yapıyor? Her gün evlerimizi başlarımıza yıkmıyor mu? Çocuklarımızı, kadınlarımızı, yaşlılarımızı hunharca öldürmüyor mu? Gençlerimizi on yıllarca zindanlarında çürütmüyor mu? Ayrıca biraz daha ileri giderse, Araplar, Müslümanlar dünyayı İsrail'in başına yıkarlar" diyordu. Bir hayal kırıklığı ürpertisi bürüdü bedenimi. Parmaklarım uyuştu, zihnim donmuş gibi oldu. Eminim, yazar da bir buçuk yıldır süren bu vahşet karşısında Arap ve Müslüman kardeşlerinin ilgisizliğinin, bazısının ihanetinin acısını yüreğinde hissetmiş, derin bir hayal kırıklığı yaşamıştı. Çünkü bütün bunlar olurken o hala hayattaydı ve cephede vuruşuyordu.
Kardeşlerin tartıştığı sahneyi tercüme ederken bir ah çektiğimi hatırlıyorum. Uzun uzun ağladım sonra. Keşke imkanım olsaydı, "bunları yazma, durum bildiğin gibi değil" diyebilseydim, diye geçirdim içimden. Belki de Kufe yolunda Hüseyin'le karşılaşan Ferezdak'ın "gönülleri senden yana, kılıçları Yezid'in elinde" dediği gibi, ben de "Müslümanların gözyaşları sizin için akıyor, ama akılları Tel Aviv'in ipoteği altında" derdim.
Bu yazıyı yazdıktan sonra bir dostuma okudum, eleştirilerini almak için ve "öyle anlaşılıyor ki İsrail, Filistin'i tamamen yok etmeye karar vermiş. Sence bu acıyı nasıl hazmedecek ümmet?" dedim. Merak etme tarih tekerrür eder, dedi, bazı Müslümanlar pişmanlıktan sine döverken, bazıları da vicdanlarını rahatlatmak için "Filistin haklıydı, ama Siyonistler de haksız değildi" diyerek hayatlarına devam edecekler.
Bu çıplak gerçeklik karşısında diyecek söz bulamadım.