Sene galiba 1984’tü. Bulgaristan’daki komünist rejim ülkede yaşayan Türklerin zorla isimlerini değiştirmeye -yani Hıristiyanlaştırmaya- çalışıyordu. Türkiye’de büyük bir infial doğmuştu bu olay karşısında. Muhtemelen devlet kurumlarının yönlendirmesiyle İstanbul’da büyük bir yürüyüş düzenlendi. Lise öğrencisiydim o günlerde. Birkaç arkadaş bir olup okulu kırarak o yürüyüşe katıldık.
12 Eylül sonrasının belki de ilk büyük politik eylemlerinden biriydi o yürüyüş. O yüzden olsa gerek birçok farklı grubun katılımına şahit olmuştuk. İnsanlar politik kimlikleriyle sosyalleşmeye hasret kalmışlardı sanki. “Bulgar Zulmünü Tel’in Yürüyüşü” bahane gibiydi. Öyle ki bazıları bir kenarda toplanıp “milliyetçi Türkiye” diye slogan atıyordu, bazıları “kahrolsun Siyonistler” diye haykırıyordu. Başka gruplar da fırsattan istifade başka sloganlarla veya işaretlerle kendi politik kimliklerini ifade etme peşindeydiler. Çünkü başka zaman buna fırsat bulamayacaklardı. 12 Eylül sonrasının ceberrut apolitizasyon sürecinden bahsediyoruz.
Şimdi de bir sene boyunca sesi soluğu çıkmayan bazı solcu arkadaşlarımın 1 Mayıs gelince coşkuyla “Taksim, Taksim” diye sayıklamaya başlamaları bana o yürüyüşte gözlemlediğim insanların tutumlarını hatırlatıyor. Aynı psikoloji galiba diye düşünüyorum.
İki sene önce Taksim’de yapılan ilk “yasal” 1 Mayıs töreninde gördüklerim var: Neredeyse yüzlerce grup... Her biri ayrı bir flama taşıyor... Her biri ayrı bir slogan atıyor... Bazıları birbirleriyle -tabiri caizse- hırlaşıyor; hatta zaman zaman fiziki kavgalar çıkıyor. Mistik bir törendeki dervişleri hatırlatırcasına coşku ve cezbeyle kendinden geçmiş halde meczup tavırları gösteren birileri ise apayrı bir konu...
Ben o tabloya bakıp meydanı koca bir tımarhaneye benzetmiştim de bu benzetme yüzünden sevip saydığım solcu arkadaşlarımı bile istemeden darıltmıştım.
Belli ki “Bulgar Zulmünü Tel’in Yürüyüşü”ne katılan insanlarla 1 Mayıs kutlamalarına katılan insanların psikolojileri çok farklı değil. Politik kimlikleriyle toplumsal arenada boy göstermek istiyorlar. Ana akımların dışındaki politik görüşlere veya marjinal toplumsal kimliklere mensubiyetin verdiği ekstra bir psikoloji daha oluyor; ortaya çıkmak için belirli vesileler arıyorlar. Bayramlar gibi mesela. 1 Mayıs Bayramı, Nevruz Bayramı gibi...
Ancak nedense1 Mayıslar kavgasız, dövüşsüz geçince olmuyor, hele konu Taksim Meydanı olduğunda durum daha da çatallaşıyor. Bu meydan fethedilmesi gereken bir kale haline geliyor sol grupların gözünde. Aynı şekilde devletin gözünde de düşman eline bırakılmaması gereken bir kale... Emniyet güçlerinin dünkü tavrında da o yaklaşımın izleri yok değildi.
Ama şimdi eğri oturalım, doğru konuşalım. Son üç yıldır Taksim Meydanı 1 Mayıs kutlamalarına açılmış durumda. Dahası bundan önce 1 Mayıs resmen “emek bayramı” olarak kabul edildi, resmi bayram ve tatil günü oldu. Bunları yapan bir siyasi iktidarın birden bire “Durun yahu, ben işçi ve emek düşmanı değil miydim, ne yapıyorum ben!” diyerek sayıyla kendine gelip Taksim’i bu sene emekçilere kapatmaya karar verdiğini düşünmek biraz paranoyakça değil mi Allah aşkına?
Polisin tavrı gereksiz ölçüde sertti. Tamam, emniyet teşkilatını bunun için eleştirelim. Ama sendikacıların başını çektiği sol gruplara ne demeli? 1 Mayısı emek bayramı ilan ettikten sonra Taksim Meydanını da 1 Mayıs kutlamaların açan bir hükümetin “Bu sene meydandaki inşaat dolayısıyla kitlesel kutlamaları başka yerde yapın” çağrısını düşmanca bir hareket olarak algılamaları doğru mu?
Söyleyin, inşaat halindeki bir meydanda kitlesel bir toplantı düzenlenmesine güvenlik gerekçeleriyle izin verilmemişse yapılacak şey nedir? Düşman kalesine hücum eden askerler gibi meydana doğru saldırıya geçmek mi? Başka bir yolu yok mu hak aramanın?
Peki, bu durumda polis ne yapmalıydı? Gelen kalabalığa bakıp kenara çekilerek devletin ilgili kurumlarınca alınan bir kararın uygulanmasından vaz mı geçmeliydi?