Eğitim-devlet ilişkisi üzerine ülkemizde, sanıldığının aksine, çok fazla çalışılmıyor.
Eğitim teorik olarak kamu malı, kamu hizmeti özelliklerini çok fazla taşımıyor, piyasanın üretebileceği bir mal.
Ancak, İKİ nedenden, eğitim bizim ülkemizde de, başka ülkelerde de hala ve büyük ölçüde devlet tarafından, merkezi ya da yerel, üretilen bir mal.
Birinci neden çok sevimsiz bir neden, devlet eğitim üzerinden vatandaşını şekillendirme işlevinden bir türlü ve hala vazgeçmek istemiyor.
Bu şekillendirme işlevi yurttaş bilinci verme ile sınırlı olsa benim itirazım da sınırlı olacak.
Benim itirazım olmayacak değil ama sınırlı olacak diyorum zira devletin vatandaş kavramından anladığı muhtemelen benim anladığımdan çok farklı, üstelik devlet, bizde de başka yerlerde de hantal bir kurum, dünyayı çok gerilerden takip edebiliyor, şekillendirme gayreti ne vatandaşa, ne topluma hatta bizzat devletin kendisine bir fayda sağlayamıyor zira otuz, kırk sene hatta daha da eski kavramlardan vazgeçmek kolay olmuyor devlet aparatı için.
Devletin eğitimden elini çekmemesinin ikinci nedeni daha anlaşılabilir, teorik olarak daha doğru bir neden.
Eğitim öyle adalet gibi, dış güvenlik gibi klasik bir kamu malı değil, piyasa bu malı üretebiliyor ama piyasanın ürettiği miktar eksik, yetersiz kalabiliyor, hatta kalıyor.
ABD gibi bir ülkede bile eğitimin hala önemli bir oranda devlet tarafından üretilmesinin temel nedeni de bu, piyasanın yetersiz üreteceği miktar kaygısı.
Devlet de bu aşamada anlaşılabilir nedenlerden devreye giriyor, zorunlu eğitim gibi bir kavram getiriyor ve bu zorunlu eğitimi, bu kadar büyük bir miktarı piyasa herkese üretemeyebiliyor, devlet kendisi üretiyor.
Burada üzerinde durulması gereken ifade “kendisi üretiyor” ifadesi.
Kısaca özetleyelim, devlet eğitim üretirken iki kaygısı var: Birincisi vatandaşı şekillendirmek, bu çirkin bir kaygı, ikincisi ise eğitim miktarını özel sektörün piyasada üreteceği miktarın üzerinde gerçekleştirmek, bu anlaşılabilir, doğru bir kaygı.
Ancak, devlet eğitim üretirken, bu malın tipik bir kamu malı olmadığını bir kez daha hatırlatalım, bütçeden büyük paralar harcıyor.
Unutmayalım, bu para devlet aparatının kendi parası değil, vatandaşın ödediği vergiler, devlet eliyle üretilen ve vatandaşa sunulan bu eğitim hizmetinin parasını vatandaşın kendisi veriyor.
Devlet piyasanın yapamadığı bu miktar artırımını kendisi yaparken bu malın niteliği, içeriği konusunda çok dikkatli olmak zorunda, bu aparat kendi değerlerini, ne demekse, milyonlara empoze etme hakkını kendinde görmemeli.
Demokratik olarak seçilmiş hükümetlerin bile eğitim malı üretirken toplumu şu ya da bu yönde şekillendirme gibi bir misyonu olamaz, olmamalı.
Sonuçta vatandaş kendi parasıyla kendine, devlet üzerinden, bir hizmet alıyor.
Seçmen profili çok kozmopolit, bu seçmenlerin ortak ödediği vergilerle üretilen bir ortak ihtiyacın yani eğitimin ideolojik boyutu genel kabul görebilecek bir asgari düzeyle sınırlı olmalı, daha ziyade evrensel değerler ve genel eğitim kaygıları öne çıkmalı.
Özelleştirme konusunda Özal’dan günümüze önemli mesafeler alındı, AK Parti iktidarları da çok önemli ve olumlu adımlar attılar ama galiba bugün özelleştirme konusu geldi zihniyet problemlerine dayandı.
Aklıma gelen ilk konular, her ikisi de tipik kamu malı niteliğinde değiller, eğitim ve din hizmetleri konuları.
Devlet bu alanlarda kendi doğrularını vatandaşa empoze etmekten vazgeçerek özelleştirme işini gerekli rayına da sokmalı.
Seksen milyonluk bir toplumda eğitim üzerinden aşılanacak doğru değerlerin varlığı çok kuşkuludur, tıpkı devletin doğru din yorumunun da olamayacağı gibi.
Bırakalım vatandaşlar kendi doğrularını, şiddet dışında, devlet ancak o zaman müdahale etsin, araya
devlet sopası ya da en azından yönlendirmesi, hatta tasallutu olmadan bulsunlar.