Türkiye’de işler bir gün gerçekten iyi, bugünden daha iyi yani dahi etkin ve adil işleyecek ise devlet-eğitim ve devlet-din ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi, yeniden yapılandırılması şart.
Pazar günleri bu köşede eğitim yazıları yazıyorum, bugün de devlet-eğitim ilişkilerinin bir yüzünü ele almak istiyorum, devlet-din ilişkilerine de, eğitim sektörü üzerinden, başka bir yazıda, bir kez daha girmek istiyorum.
Devlet Türkiye’de de, dünyanın her yerinde de eğitim sektörünün bir yerinde, bazen üretici, bazen kural koyucu, bazen düzenleyici olarak mevcut ve bu durum daha senelerce sürüp gidebilir.
Sürüp gidebilir çünkü eğitim malı belirli aşamalarında büyük ölçüde bir kamu malı olarak kabul ediliyor, devletin de bir kamu malının üretiminde, üretimin düzenlenmesinde, desteklenmesinde mevcudiyeti normal.
Anaokulu aşamasından liseye kadar eğitimin kamu malı özellikleri daha ağır basıyor, bu nedenden devletin bu aşamalarda varlığı daha az tartışılıyor ama yükseköğretim aşamasında, özellikle lisans düzeyinde eğitimin bir kamu malı olduğu çok tartışmalı, devlet buradan yükseköğretime ideolojisini dayatmak için çekilmiyor, bunu da unutmayalım.
Evet, eğitimin, anaokulundan liseye kadar olan aşamalarında kamu malı niteliği baskın çıkıyor ama bu nitelik illaki de devletin bu aşamalarda üretici olarak bulunmasını gerektirmiyor.
Devlet kamu malı özellikleri taşıyan aşamalarda asgari kural koyucu, evrensel hukuk doğrultusunda düzenleyici ve en önemlisi de eğitim yatırımcısını destekleyerek varolabilir.
Bu varoluş biçiminin yani doğrudan üretici olmak yerine kural koyucu, düzenleyici ve destekleyici olarak devletin eğitim sektöründe mevcudiyeti muhtemelen önümüzdeki onyıllara damgasını vuracak devlet-eğitim ilişkisi biçimi olacağını düşünüyorum, düşünmekten de öte görüyorum.
Devletin anaokulundan lise aşaması sonuna kadar, eğitimin kamu malı niteliğinin bir gereği olarak, kural koyucu ve düzenleyici rolünün de minimalist bir yaklaşımla, temel hak ve özgürlükleri, evrensel normları korumakla sınırlı olmasını diliyorum, geleceğin özgür ve ÖZGÜR OLDUĞU İÇİN DE DAHA ZENGİN toplumu ancak böyle kurulacak.
Ancak, devletin eğitim üreticisi değil de destekleyici rolünü de geliştirmek, geliştirmek için de iyi tartışmak şart.
Eğitim pozitif dışsallığı olan bir kamu malı ve bu nedenden de devlet özel üreticiye büyük sübvansiyonlar vermeli; tıpkı devlet, negatif dışsallığı olan sigaraya sınırlamalar getirdiği, tüketim üzerinden üretimi caydırmak için yüksek vergiler koyduğu gibi.
Devlet okul açmak isteyen özel üreticilerden hiçbir biçimde vergi almamalı, okul binası inşa etmek isteyenlere hazine arazilerini bedelsiz tahsis etmeli, hatta gerekiyor ise bu kurumlarda çalışan öğretmenlerden, personelden gelir vergisi, sigorta primi kesintisi yapmamalı, bu primleri kendisi ödemeli.
Bu desteğin alternatifi eğitimi devletin bizzat kendisi üretmesidir; bu tercih, şayet eğitimin özel kesim tarafından üretilmesine ideolojik bir karşıtlık söz konusu değilse, çok daha az etkin, kamu kaynağını çok daha fazla kullanan, hatta, tabiri mazur görün, vergi kaynağını büyük ölçüde israf eden bir yöntem.
Türkiye’de özel kesimin anaokulundan liseye kadar eğitim içindeki payı yüzde üçü ancak buluyor; özgür ve özgür olduğu için eğitim sektörü daha etkin işleyecek bir ülkede bu payın çok ama çok daha yukarılara çekilmesi gerekiyor.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın zaman içinde ağırlıklı olarak eğitim üreten değil, özel kesimin üreteceği eğitimi düzenleyici (minimal ölçülerde) ve destekleyici (maksimal ölçülerde) bir kuruma dönüşmesi gerekiyor.
Devletin eğitim üretiminden tedricen çekilmesi, bu alanı özel kesime bırakması adalet ilkelerini de zedelememeli; üretim işlevini üstlenen özel sektör MEB bütçesinden öğrenci başına tahsis edilen gelir kendisine aktarıldığı ölçüde her fakir öğrenciye de eğitim verme zorunluluğunu üstlenmek durumunda kalabilmeli.
Temel ilkelerde mutabık kalındığı ölçüde etkin ve adil bir çözüm her zaman mümkün.
Temel ilke de, uzun vadede, devletin eğitim üreticisi değil demokratik kural koyucu olması.
twitter.com/KarakasEser