Üzerinde çokça konuştuğumuz ama her nedense derinlemesine ele almadığımız konular var. Sözgelimi, ‘Türk devlet geleneği’ derken zihnimizde neler canlanıyor? Böyle bir geleneğin başlangıcını, kaynaklarını, devamını ve bugününü nasıl tasavvur ediyoruz?
Bu soru bugün niçin önemli diyorsanız; esasen daima önemli, sadece biz dikkat etmiyoruz diyebilirim. Siyasetin yeni bir yol haritası aradığı dönemlerde bu sorunun ve cevabının daha da önemli olduğunu tespit etmek herhalde yanlış olmaz.
Bir devlet geleneğimiz var elbette. Böyle bir geleneğin, zor zamanlarda bize çıkış yolu göstermesi, en azından ışık tutması da yadırganacak bir hal değil. Ancak asıl önemli olan şu: Kim ve ne kadar bu gelenekten haberdar ve dolayısıyla da onun yol gösterici özelliğinden yararlanma imkanına sahip. İşte burada işler biraz karışıyor.
Yakın coğrafyamızda iki büyük devlet geleneğinin (aynı zamanda medeniyet ve imparatorluk) varolduğunu, bunların Türk ve İran başlığı altında ele alınabileceğini söylemek mümkün. Bunlar arasında farklar veya birbirini besleyen unsurlar olduğunu da ifade edebiliriz. Her ikisinin de kadim geleneğin pek çok unsurundan etkilendiğini, bu anlamda köklerinin hayli derin olduğunu da.
Türkiye’de devlet başlığı altında yürütülen her tartışma, bir şekilde ya ‘devlet’ üzerinden ortaya çıkan sahici korkuların ya da bunların ürettiği suni düşmanlıkların etrafında yürüyor. AK Parti’nin seçim sürecinde ortaya çıkan diyanet tartışmasında biraz arada derede kalıyor görünmesinin nedeni burada gizli. Böyle bir kurumun veya benzerlerinin varlığını, misyonunu ve toplumsal karşılığını, kendi devlet geleneğiniz içinde doğru tarif etmezseniz; ne eleştirme, ne de sahip çıkma imkanınız olur.
AK Parti’nin bunca tecrübeden sonra yapması gereken, tarih ve değerden bağımsız, uçuk kaçık ‘özelleştirme’ tezleriyle Diyanet ve benzeri kurumları ele almak değil. Öncelikle din hizmetlerini posta hizmeti gibi algılayan zihniyete mesafe koymak; aynı zamanda bu hizmetlerin kalitesini yükseltmek için yeni bir model aramak.
Yaklaşık on üç yıl süren iktidar döneminde AK Parti’nin siyasi aklın veya daha kuşatıcı bir tanımla ‘devlet aklı’nın dönüşümünde oynadığı rol gerçekten çok önemliydi. İlk iki döneminden sonra Tayyip Erdoğan, ‘devlet adamı’ kimliği ile öne çıktı. Bunu sıradan bir yorumla ‘devletin rengine bürünmek’ olarak görenler; eğer Türkiye’de hala bazı güç odaklarının hukukun ve meşru sınırların ötesinde güç sahibi olduğunu ve siyasetçileri kuşattığını kastediyorsa, yanlış hedefle uğraşıyorlar. Bu vesayeti kırma ve taşları yerine oturtma cesareti ve tecrübesi olan isim yine Tayyip Erdoğan.
Tam da bu nedenle Erdoğan, diyanetle ilgili tartışmada çok net bir duruş sergiledi. Mesele ne lüks araç, ne de kurumun başkanıydı. Cumhurbaşkanı, yeni bir yol haritası çizerken, devletin taşlarını söküp başkalarının oyun kurgusuna hizmet edenlere karşı duruş sergiledi. Bu taşların yeniden ve sağlıklı biçimde yerine oturtulmasıyla, onları yok etmek arasındaki farkı gören bir devlet adamı refleksiyle.
Bir devlet geleneğimiz var. Bunun bize ne kadar yol gösterici olabileceği, aynı zamanda onu bugünün şartlarında nasıl yorumlayacağımızla ilgili elbette. Ama devleti, bir yap boz gibi görüp, ona sağa sola savuracağımız bir oyuncak gibi yaklaşmak, telafisi mümkün olmayan belalar açabilir başımıza. Vesayete, hukuksuzluğa, ceberrut anlayış ve güçlere savaş açmakla, devlete savaş açmanın farkını doğru anlamak gerekiyor.
Devleti bunlardan arındırıp yola devam etmek; hedef basit ve açık. Ancak böyle bir yaklaşımla kendi tarihi tecrübemizin ve geleneğimizin bizi temiz kanallardan beslemesine kapı açabiliriz.