Bundan yedi yıl kadar önce, daha Türk basınında düzenli köşe yazmaz iken, “Devletin Affetmeye Hakkı Var mı?” başlıklı bir yazı karalamıştım. O sıralar kamuoyunda hâlâ tartışılan “Rahşan affı”nı eleştirerek şöyle demiştim:
“Bir devletin kendisine yönelik suçların (örneğin siyasi bir isyanın) faillerini affetme hakkı vardır kuşkusuz. Ama bir yurttaşa karşı işlenmiş bir suçu affetmek, ancak o yurttaşa veya onun yakınlarına ait olmalıdır. Düşünün, Allah korusun, bir katil sizin çok sevdiğiniz bir yakınınızı öldürecek, bir süre sonra da devlet gelip o adamı affedip serbest bırakacak… ‘Devlet de kim oluyor’ diye sorarsınız.”
Uzun zamandır böyle düşündüğüm için, Başbakan Erdoğan’ın geçen hafta sonu Balıkesir’de “af” konusunda söylediği sözlere sevindim. Şöyle dedi çünkü Başbakan:
“Devlet kendisine karşı işlenen suçlarda böyle bir af yetkisini kullanabilir, ama maktul başkası, affeden başkası olmaz… O af yetkisi maktulündür, onun vârislerinindir. Hele hele bir insanı öldürenin af yetkisini ben kendimde bulamam.”
Devlet ve birey
Başbakan’ın bu yaklaşımı, bir taraftan epey “geleneksel”, hatta belki “pre-modern” idi. Diğer taraftan da epey “liberal”, yani özgürlükçü idi. (Zaten modern devletin otoriterliği karşısında “geleneksel” ve “liberal” görüşler sık sık uzlaşır.)
Çünkü, Başbakan’ın yaklaşımı, bir taraftan devletin af yetkisini kısıtlıyor, diğer yandan da “devlete karşı işlenen suç”u bireye karşı işlenenden daha vahim sayan ezberi bozuyordu.
Söz konusu ezber, Gülay Göktürk’ün de köşesinde işaret ettiği gibi, “devlet”i en kutsal değer sayan zihniyetin ürünüdür. Cumhuriyet Türkiyesi’ne hakim olan bu zihniyet, hukuku devlet çıkarlarının savunucusu haline getirmiş, “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” gibi garabetler üretmiştir.
Başbakan, bu ezberi bozmakla iyi ediyor. Dahası, anladığım kadarıyla, hukuku “eski devletin korkulu rüyası, yeni devletin koruyucusu” gibi gören kimi muhafazakârlardan da ayrışıyor ki, bu da kritik bir nokta.
Peki, tüm bu teorik sözler pratikte ne anlama geliyor?
AK Parti’nin bu konudaki planlarını bilmiyorum. Ancak bence doğrusu şu olur:
Gerek “terör” gerekse “darbe” davalarında, bireylere zarar vermiş, örneğin asker veya polise saldırmış, adam öldürmüş, işkence yapmış, “andıç”lar yoluyla iftiralar düzmüş suçlular “af” kapsamına alınamaz. Çünkü insan haklarını ihlal etmişlerdir ve devlet bu hakların diyetinden feragat edemez.
Ancak “anayasal düzeni yıkmak için teşebbüs” gibi suçların sanık ve mahkumları, devlet açısından bir “af” konusu olabilirler. Buna karar vermek de elbette siyasi otoriteye düşer.
‘Barış’ ve basın
Bir de, son günlerin sıcak tartışması olan “barış süreci ve medya” meselesine değineyim.
Bu konuda gerek hükümet gerekse barış sürecine destek veren kalemler, aynı sürece dudak büken çevreleri eleştiriyor. Ben de bu eleştirilere katılıyorum. Tuhaf bir durum var ortada çünkü. Otuz yıldır sürekli “barış isteriz” diyenler, barışı yapacak olan AK Parti olunca, bir anda heveslerini kaybediyorlar.
Ancak, söz konusu “yan çizen barışseverler”in de, fikirleri bizce yanlış olsa da, onu ifade etme hakları var kuşkusuz. Milliyet gazetesinin “İmralı zabıtları”nı yayınlamaya hakkı olduğu gibi.
Sonuçta herkes özgür olsun, herkes istediğini desin. Kimin ilkeli veya ilkesiz olduğunu, kimi tarihin doğru veya yanlış tarafında durduğunu tarih yazacaktır.
Hükümet ise, basını umursamaksızın, doğru bildiği yolda ilerlemelidir. Bugüne kadarki nice doğrusunu basına rağmen başarmamış mıdır zaten?