Devlet gazaba gelirse, rejim muhaliflerine, aydınlara, resmi ideolojiden farklı fikirleri olan insanlara yapmadığı kötülüğü bırakmaz.
Devletin tarihi, bir bakıma ‘gazaba gelmenin’ tarihidir.
Said Nursi veya Kürt müritlerinin hitabıyla Said Kurdi, devletin gazaba geldiği alimlerden biriydi.
Bediüzzaman Said Nursi hakkında devletin gizli arşivlerinde, yeni bilgiler bulundu. Medyada hak ettiği gibi yer aldığını ve tartışıldığını söylemek zor. Bediüzzaman öyle bir kuşatma altına alınmış ki, alışveriş yaptığı bakkallar bile bu kuşatmadan ve fişlemeden kurtulamamış.
Doğrusu, hem siyasi kültürümüz hem edebiyat geleneğimiz, devletin ve devlete karşı mücadele ederken, ‘devlete benzemeye’ başlayanların sebep oldukları kuşatmaları ve infazları anlamayı ve anlatmayı ihmal etmiş ve görmezlikten gelmiştir.
Gün ortasındaki karanlıklar
Değerli Taha Akyol dostum, Milliye Kitap Ekinin Şubat sayısında yayınlanan yazısında, ‘Kuşatma’dan İnfaza-Musa Anter Cinayeti’ adıyla bu yıl okurlarla buluşan son kitabımı, Arthur Koostler’in ‘Gün Ortasında Karanlık’ kitabına benzetiyordu.
Çok isabetli bir benzetme doğrusu. Türk edebiyatının ‘Gün Ortasında Karanlık’ları olmayan bir edebiyat olduğunu hatırlatması bakımından da çok önemli ve değerli bir tespit.
Bediüzzaman Said Nursi’ devlet tarafından ‘kitabı kapatılan’ biriydi.
Gençlik yıllarımda Bediüzzaman hazretleri hakkında bir şey bilmezdim. Bütün bildiklerim amcamız ve ailenin en büyüğü olan Halil Bey’in yarım yamalak anlattıklarından ibaretti.
Muhallemi Miri Halil Bey amcamız Bediüzzaman Said Nursi ile beraber 1928’de, Isparta’da sürgündeydi. Sonrasını, oğlu Sait Bey anlatıyor:
‘1928’de, babam Halil Bey sürgünden Suriye’ye kaçtı ve orada Fransızlar vardı. Babam Fransız yüzbaşıdan iltica hakkı istedi. Babam Isparta’da Bediüzzaman’la beraber sürgünde kaldı. 1.5 yıl kalıyorlar beraber. Sonra kaçmaya karar veriyor. Hiçbir taşıt kullanamayacağı için, 41 gece yürümeyi göze alıyor ve kaçmayı başarıyor. Gündüz saklanıyor, gece de yürüyormuş. Bize anlatırdı, 41. gecede hududu geçip Halep’e ulaştım diye. Isparta’dan Halep’e..
- Baban Bediüzzaman’dan söz eder miydi hiç?
- Sait Bey: Evet, birlikte bir buçuk yıl kadar kalmışlardı. ‘Birlikte olduğumuz zaman’ diye anlatırdı ‘hala sakalı yoktu.’ Gün aşırı tıraş olurmuş. Ona Mele Sait diyorlarmış. Sonra Said ê meşhur demişler. Sonra müritleri artınca Bediüzzaman unvanını aldı. Bitlis valisi onu Isparta’ya sürgün ettiğinde ona Mele Saidê Nursi diyorlarmış. Sonra Bediüzzaman unvanını almış. Yani zamanın bediri, yavuzu.. Ona sorarlarmış, ‘Neden sakal bırakmıyorsun’ diye.. ‘Temizliği seviyorum, uzamış sakalı sevmiyorum’ diyormuş. Zaten iki sünneti de terk ettim. Evlilik bir sünnettir. Bir müslümanın hıristiyanlar gibi rahipliği kabul etmesi caiz değildir. Sakal da sünnettir. Ama sabır gösteremiyorum sakal bırakmaya.. Bunun yerine iki rekat fazla namaz kılıyorum. Peki demişler ona, ‘Ya evlilik.’
‘Evlilik için kendime çok güvenemedim. Bir kadına, çocuklara bakmak kolay değildir. Bu yüzden evlenmedim.’
Babam daha sonraları onu tanıyanlara haber gönderip sorardı, sakal bıraktı mı diye.. Hayır diyorlardı. Babam da hayret ederdi ve derdi ki, süphanallah, yaşı 80 oldu ama hala sakal bırakmamış.. Bediüzzaman 90’lı yaşlarda sakal bırakmış diyorlar..
Hedefe ulaşmayan taş
- Benim bildiğim şöyle bir şey de var. Sakalının kesilmesinden korkuyormuş Bediüzzaman. Peki Halil Bey’e anlatmış mı neden sürgün edildiğini?
- Sait Bey: Anlatmış evet..
‘Bitlis valisi bir gün beni görüşmek için evine çağırdı’ demiş. ‘Güneşli bir gündü. Vali evinin bahçesinde oturuyordu. Tartışmaya başladık. Beni çok kızdırdı. Etrafıma bakındığımı anladı ve eve girmek üzere benden uzaklaştı. Yerden bir taş aldım. O tam eve girecekken fırlattım ona bu taşı. Taş ona değmeden kapının tam üstünde parçalandı, un ufak oldu. Çok sevindim, çünkü eğer ona çarpsaydı bu taş onu öldürebilirdi. Allah beni korudu. Bir insanın katili olacaktım..’
Bediüzzaman bu hadiseden sonra yakalanıyor ve askerlere teslim ediliyor tabi. Elleri kelepçelenip bir ata bindiriliyor. Üzengileri atın göğsü üzerinden eğere bağlıyorlar. Ayaklarını da eğere bağlıyorlar. Ve Diyarbakır’a gitmek için yola koyuluyorlar. Öğleye doğru su olan bir yere varmışlar.
“Komutana rica ettim. ‘Beni indir namaz kılmak istiyorum’ dedim. Komutan ‘Yürü bakalım’ dedi ve önemsemedi bu isteğimi.. Kelepçeler çok sağlam değildi.. Biraz zorlayınca açılıverdi. Ayaklarımdaki bağlar da gevşemişti. Ayaklarımı biraz zorlayınca ayağıma bağladıkları ipler koptu. Atın sırtından sıçrayıp yere atladım ve suyun başına gittim.. Askerler ve komutanları şaşırdılar bu işe, korktular da galiba. Namazımı kıldıktan sonra ‘Gelin takın ne takacaksanız’ dedim. ‘Yok yok’ dediler, ayaklarına ve ellerine hiçbir şey takmayacağız..”
Cuma’ya giden adamın sırrı
Diyarbakır’a getiriyorlar Said Nursi’yi. Diyarbakır’da Cuma namazında görüyorlar onu. Sorup soruşturuyorlar hangi gardiyan Said’i serbest bıraktı diye.. Buluyorlar gardiyanı ve hakkında dava açıyorlar..
Babama anlatıyormuş Said ve diyormuş ki ‘Anladığım kadarıyla bana benzeyen birini görmüşler.. Bir Cuma sonra bana benzeyen bu adam bir daha görülmüş Cuma namazında.
Bu sefer hapishane müdürünü, gardiyanları perişan ediyorlar. Onlar da vallah onu serbest bırakmadık diyorlarmış.’
Oradan da Isparta’ya götürüyorlar. Babamı da buradan, yani Midyat’tan, Nuri Aziz (Sevgili Sermiyan Midyat’ın dedesi) ve Şeyh Celal’la (Keferzotalı) beraber götürüyorlar.
Babam ve Bediüzzaman Said-i Nursi böylece Isparta’da karşılaşıyorlar, daha doğrusu sürgün edilmiş iki kişi olarak birlikte kalıyorlar.’
(Orhan Miroğlu-Affet Bizi Marin, Everest Yayınları )