Dün, partisinin Meclis Grubu'nda konuşan MHP lideri Devlet Bey'i ekranlardan dinlerken, bazı noktalar dikkatimi çekti.
Devlet Bey geçen haftaki konuşmasında da 1923 sonrasında kurulan yeni rejimin temel dayanaklarını sıralıyor, adının Cumhuriyet, 'başkent'inin Ankara, devletin resmî dilinin de Türkçe olduğunu söylüyordu.. Ama bu arada, 'Devletin dini, Din-i İslâm'dır' şeklindeki en temel maddeyi zikretmiyordu. Devlet Bey, asla atlanmaması gereken o konuyu, belki de -hatırlayamadığı için- ifade etmedi; bilmiyorum..
Çünkü 1924 tarihli 'Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu'ndan (şimdiki deyimle, Anayasa'dan) bu en temel maddesi, -seçimsiz olarak-, bir kişinin şahsî tercihiyle belirlediği m.vekillerinden oluşan daha sonraki Meclis'te, 1928'de, Esas Teşkilat Kanunu'ndan sessiz- sadâsız çıkartıldı; 'Devlet bir kişi değil, bir yönetim mekanizmasıdır, onun dini mi olur?' gibi bir çarpık mantıkla.. Hâlbuki 'Devlet'in dininin İslam olduğu' sözüyle, 'Devlet'in yönetimde İslâm hükümlerinin esas alınacağı' anlatılıyordu.. Yeni rejim de, tıpkı Osmanlı Saltanat rejiminde olduğu gibi, bu konuya kısmen de olsa böyle bir açıklık getiriyordu.
O hükmün kaldırılmasından önce de, uygulama fiiliyatta, tamamıyla laik temeller üzerinde ilerliyordu. Ama o hüküm kaldırılınca bile temkinli hareket edilmişti, adım adım.. Çünkü 1924-25'lerde basılan 'Fransızca- Türkçe' lügatlerde, şimdi artık 'eski yazı' denilen ve halkımızın belki de yüzde 90'ından fazlasının okuyamadığı Osmanlıca-arab alfabesiyle, 'laїcité / laiklik' terimi, hiç bir yoruma ihtiyaç duyulmaksızın, tek kelimeyle 'Dinsizlik' şeklinde izah ediliyordu. Ama bu terim 1937 yılında, (CHP'nin) 'Altı Ok'u arasına ve oradan da 'Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu'na eklenmişti.
Devlet Bey, dünkü konuşmasında 1923 yılından sonraki düzenlemeyi bir rejim değişikliği olarak değil de, 'Devlet kurulması' olarak ele alıyordu. Hâlbuki daha önceki yıllarda, kendisinin de, devletin yüzlerce yıllık geçmişten geldiğini, rejim değişikliğinin devlet kurulması demek olmadığına bilhassa değindiğini hatırlıyorum.
Devlet Bey dün ise, her birisi de önemli değişik konulara değindi.
Özellikle, 'MHP'nin faize bakışı bellidir, değişme göstermemiştir. Teorik ve pratik uygulamada, faiz artışı yatırımı caydıran, üretim çarkına çomak sokan, müteşebbislerimizin gücünü zayıflatan, kredi ihtiyacını pahalandıran politik bir tercihtir. Ancak, Türkiye'nin ekonomik istikrarı ve ekonomik huzuru elde etmesi için de, alınması gereken kısa dönemli ve bazen de can yakan tedbirler vardır ve parlak geleceğimiz için bugünkü külfete katlanmak ister istemez kaçınılmaz hale gelmektedir" şeklindeki cümleleri ayrı bir izahı gerektirmiyordu.
Bu arada Devlet Bey, Anayasa Mahkemesi'nin, -belli şartları taşıyan siyasî partilere her yıl bütçeden ayrılan para olarak- 'HDP'ye yapılan 400 milyon liralık Hazine Yardımı'nın bloke konulması' için, Yargıtay Başsavcılığı'nca yapılan talebi reddetmesiyle ilgili son kararına sert eleştiriler getiriyor ve 'Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Türkiye'nin, Anayasa Mahkemesi kadar önemli bir kurumudur. Cumhuriyet Başsavcısının uyarılarını dikkate almayan bir Anayasa Mahkemesi, haddizatında yargı müessesesini dikkate almıyor demektir. Onları şiddetle kınıyorum. Kandil'in kuyruğundan ayrılmaları lâzım.. Anlaşılıyor ki Anayasa Mahkemesi başkanı ve kurul üyeleri (...), HDP'nin istekleri doğrultusunda hareket etmeyi Türkiye'ye tercih ediyor. (...) AYM'nin bu durumdan kurtulması için, mutlak sûretle yeni bir anayasa hazırlanmalı ve Anayasa Mahkemesi'ne şekil verilmelidir" diyordu. Bu görüş, sadece Devlet Bey tarafından değil, halkın büyük kesiminin de görüşüdür denilebilir. Çünkü bu konuda 'temel yargı kurumları arasında ap-açık bir zıdlaşma' görülmekte olup, bütün bir sistemi felç edebilir.
Hatırlayalım ki, HDP hakkında Anayasa Mahkemesi'nde hâlen görüşülmekte olan bir dâva dosyası vardır ve HDP'ye bütçeden verilecek olan 400 milyon liralık Hazine Yardımı'nın, dâva sonuna kadar bloke edilmesi yolundaki isteğinin reddedilmesinin sosyal sancıları ve mahzurları, Türkiye'de geçmişte de yaşanmıştır.
Çünkü 25 sene öncelerde, Refah Partisi'ne bütçeden verilen 850 milyar liralık 'Hazine Yardımı', (o zamanki bol sıfırlı parayla, 1 Trilyon lira dâvası deniliyordu, ) RP'nin kapatılması üzerine, geri alınmak istendiğinde, elde hiç bir şey kalmadığı görülmüş ve RP, o paranın hemen partinin borçlarına harcandığı savunmasını yapmıştı ama RP il Başkanları'ndan 70 kadar kişi dolandırıcılık yaptıkları suçlamasıyla hapse mahkûm edilmişler ve kamu hizmetlerinden mahrum edilmişlerdi. Keza, (merhûm) Erbakan Hoca da daha başka suç isnadları da eklenerek, 5 sene hapis cezasına çarptırılıp siyasetten uzaklaştırılmıştı.
Şimdi, AYM, HDP'nin kapatılmasına karar verilecek olsa, aynı şekilde bu meblağın da kısa zamanda buharlaşacağı ortada değil mi? AYM Yargıçları bu ülkede değil de, Merih'te mi yaşıyorlar?
Dünkü konuşmasında, 'Hayata ve hadiselere bakışımızın temelinde insan vardır.
İnancımıza göre insan 'eşref-i mahlûkattır. (...)
Biz mideye ve mihnet edilen çıkarlara bakarak değil; milletseverliğine, vatanperverliğine, 'Devlet-i ebed müddet' felsefesine, İ'lâ'y-ı Kelimetullah inancına, Kızılelma ve Turan ülküsüne yaslanarak var olmuş necîb ve nezih bir hareketin mensuplarıyız.' diyen Devlet Bey'in yaptığı değerlendirmenin bir bölümü de eğitim konusundaydı. 'Türkiye'de 19 milyonu temel eğitim ve öğretimde, 8 milyonu da yükseköğretimde olmak üzere yaklaşık 27 milyon öğrenci olduğunu' belirten Bahçeli'nin, "Bu sayı pek çok ülkenin nüfusundan kat-be- kat fazladır. İşte zenginlik de buradadır. Bize düşen öğrencilerimizi ve gelecek nesillerimizi o sınavdan çıkarıp bu sınava sokarak hayatı çoktan seçmeli test mekaniğine, kısır döngü halini almış tekdüze öğretim mantığına havale etmemektir. Biz gençliği sınavlarla veya karnelerle bulmadık, bu yolla da kaybetmeyiz, kaybedemeyiz, kaybetmeyeceğiz. Ümit ediyorum ki, geniş ve gerçekçi bir mutabakat ortamı kurularak üniversite sınavlarını kaldıracağımız günler de çok uzak değildir.' şeklindeki değerlendirmeler ilginçti.
Bahçeli'nin, 'Cumhûr İttifakı'na devam konusundaki kararlılığı ise, 'Türkiye'nin (...) kaderine yön veren, Karabağ'da zaferi, küresel diplomaside zekâyı, Kıbrıs'ta iradeyi, Akdeniz ve Ege'de millî duruşu, güney sınırlarımızın mücavir bölgelerinde yüksek mücadeleyi temsil ve tebliğ eden Cumhur İttifakı'na ihtiyacı vardır ve bu artık kesinleşmiştir. (...) Dış politikada daha aktif, taviz vermeyen, dünyaya Türkçe bakan, gelişmeleri başkent Ankara vizyonuyla okuyan bir dış politik mimarîyi elbirliğiyle, güç birliğiyle ve Cumhur İttifakı'yla sağlamış olacağız.' sözlerinden de anlaşılıyordu.
Devlet Bey'in değindiği son derece önemli bir konu ise, (kâğıt üzerinde Devlet Başkanı gibi gösterilen) Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas'ın 13 Haziran 2023 tarihinde Çin başkenti Pekin'de Çin Devlet Başkanı'yla görüşmesi esnasında, "Bazılarının gündeme getirdiği Uygur Meselesi bir insan hakları meselesi değildir. Bu Çin'in terörizm, aşırılık ve ayrılıkçılıkla mücadelesidir.' demesine karşı her bir Müslümanın duyması gereken infiali dile getirmiş ve 'Uygur Türklerine terörist demek haksızlıktır, bühtandır, günahtır, cinayettir, rezalettir, mel'anettir..' demiştir, çok yerinde olarak.. Kezâ, Devlet Bey, '(...) terör Doğu Türkistan'da değil, Kandil'dedir, Suriye'nin kuzey doğusundadır, gerçeği saptırmak vicdansızlıktır, iz'ansızlıktır, insafsızlıktır. (...)' dedikten sonra, 'Kudüs sadece onların değil, bütün Müslümanlarındır, ilk kıblemizdir, müdafaa etmek de namus meselemizdir.' demesi, alkışlanacak bir tavırdır.
Açıktır ki, Mahmud Abbas'ın hezeyanını, onun -kâğıt üzerinde de olsa-, Filistin Devlet Başkanı sıfatına bakarak Filistin'in mazlum Müslüman halkıyla irtibatlandırmamak gerekir. Çünkü Mahmud Abbas, 17 sene öncelerde yapılan bir seçimde Filistin Kurtuluş Örgütü başkanı ve adayı olarak girdiği seçimde, yüzde 65 oy alan 'HAMAS' karşısında sadece yüzde 30 kadar oy aldığı halde, HAMAS'ın, Amerika ve diğer emperial güç odaklarınca, seçim sonucunda terör örgütü sayılması üzerine, hâlâ da Filistin Devlet Başkanı olarak tutulmaktadır ve Filistin Müslümanlarını temsil etmemektedir.