Bu yılki son yazımda 2013 Yılı boyunca bizleri fevkalâde yakından ilgilendirecek iki komşumuz üzerinde durmak istiyorum.
Bunlar Irak ve Sûriye.
Bu iki ülke Birinci Cihan Harbi (1914-1918) sonuna kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun mümtaz parçalarından bir bölümünü oluşturuyorlardı. Ama aslında Lübnan da buna, Sûriye’ye, dâhildi.
Devletler hukûkunda “Osmanlı Millet Sistemi” adlı bir kavram vardır. Burada “millet” kelimesi aynen kullanılır. Meselâ “das Osmanische Millet-System” yâhut “the OttomanSystem of millet” gibi...
Bu sistemin esâsı ülkede bulunan ve “millet” diye adlandırılan bütün kavimlerin, coğrâfî olarak nerede otururlarsa otursunlar, o “millet” mensubları olarak aynı haklara sâhib olmalarıdır. Yâni bir şahıs meselâ “Sırb Milleti”nden ise, gidip Beyrut’da da yaşasa Sırb Milleti’ne tanınmış haklardan yararlanıyordu. Meselâ mahkemelik bir işi olursa o konuda Bâb-ı Âlî’nin Sırbistan için geçerli kıldığı yasalara göre yargılanıyordu. İki “millet” mensûbu mahkemelik olursa o zaman Türklerin koyduğu “üst hukuk” kuralları devreye giriyordu. Buradaki “millet” kelimesi modern “nation” karşılığı değil, “ümmet” karşılığı idi.
Osmanlı idâresinin 600 küsur yıl ayakda kalabilmesine sebeb, diğerleri meyânında, bu esneklik olmuşdur.
Türk idâresi sona erdikden sonra bu bölgenin bir türlü huzûra kavuşamamış olmasında en önemli âmil bu sistemin “kasden” bozulmasıdır! İngilizler ve Fransızlar böylece (kendi yaratdıkları bir kavgada!) “sulh hâkimi” rolünü oynamak istiyorlardı. Oysa aslında “sanık sandalyesi”nde oturmaları gerekirdi. Çünki hem Lübnan hem Sûriye ve hem de Irak’da mütemâdiyen azınlık konumunda bulunan etnik veyâ dînî grupları yönetim pozisyonuna getirerek sürtüşme çıkarmışlardır.
2013 Yılı bu sürekli sürtüşmelerin bir bakıma son safhaya varması ve Irak’la Sûriye’de kuzey bölgelerinde kopma olaylarının gerçekleşdiği zaman dilimi olabilir.
Buralarda Kürd ve Türk kökenli nüfus çoğunlukda olduğu için ayrılan bölgeler güvenliklerini Türkiye’ye yakınlaşmakda bulacaklardır.
Böyle bir yakınlaşmanın hangi dereceye varacağını ise peşînen tahmîn etmek zordur.
Irak ve Sûriye merkezî hükûmetlerinin bu gelişmeye “şiddetle” karşı koymaları hâlinde sözkonusu “yakınlaşma” bir “bütünleşme”ye de dönebilir.
Aslında heriki kesim de artı-eksi “Mîsâk-ı Millî” sınırları içinde bulunduğundan Ankara, isterse, bu “eski defter”i de açma imkânına sâhibdir.
Ancak bölgede gerek ekonomik ve gerekse stratejik hayâtî çıkarları bulunduğunu düşünen Rusya (Tartus Limanı) ve ABD ile AB böyle bir gelişmeye nasıl bakarlar suali biraz çetrefildir.
Elbet bütün bu tahmînî gelişmeler çok daha uzun bir zaman kesimine yayılabilir. Ayrıca hâlihazırdaki durum ile benim aşırı değişim ihtimâli üzerine târif etdiğim durum arasında bir dizi “ara değişim” ihtimâl ve imkânı da vardır.
Fakat öyle veyâ böyle, yakın gelecek güneyimizde mutlakâ yoğun dikkatimizi gerektirecek gelişmelere gebe sanıyorum.
Son olarak bir de şu soru var:
Türkiye bu gelişmelere sevinmeli mi yerinmeli, en azından tedirgin mi olmalı?
Kuzey Irak ve Kuzey Sûriye’nin tabii sınırlarımız dâhilinde olduğunu ve Lausanne Barış Andlaşması’nda pek çok tâviz vermek zorunda kaldığımız bilinen bir gerçekdir. Hattâ Hatay’ı bile ancak yıllar sonra bin türlü zahmet ve meşakkatle kurtarabildiğimiz
de bilinir. O bakımdan Kuzey Irak ve Kuzey Sûriye’in Türkiye ile bütünleşmesine bir tür “ihqâq-ı haq” (hakkın yerine getirilmesi) olarak bakmamız mümkindir.
Öte yandan “Deve var bir akça, deve var bin akça!” darb-ı meselini de hiç unutmamamız yararlı olur kanaatindeyim. Hele Arablardan bahsediyorsak!!!
Yâni astarı yüzünden pahalıya mı mâlolur suali de var ki bu ayrı bir yazının konusu.