Türkiye sadece 12 Eylül ve 28 Şubat gibi askeri darbelerle değil, tarihinin diğer karanlık sayfalarıyla da yüzleşiyor. Dersimde bunlardan sadece biri. Belgeler havada uçuşuyor, tanıklar bir bir konuşuyor... Tarihimizin en karanlık sayfalarından biri daha gün yüzüne çıkıyor. Ve bizler anlıyoruz ki devlet o günlerde ‘isyanı bastırmak’ gerekçesiyle yerleşim yerlerini havadan bombalamış, suçlu suçsuz ayrımına gitmeden, çoluk çocuk demeden toplu cezalandırmalarda bulunmuş, işkenceler ve katliamlar yapılmış, sağ kalan çocuklar asimile edilircesine toplumun geri kalanı içinde eritilmeye çalışılmış.
Bu manzaraya baktığımız zaman savunulacak hiçbir yanının olmadığını anlıyoruz. Nitekim ülkenin başbakanı da bir yandan Dersim ile ilgili devletin önemli belgelerini açıkladı, diğer taraftan da “Eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum” dedi. Eğer bir devletin başbakanı bir konuda özür diliyorsa o sadece kuru bir söz değildir, aynı zamanda eylemdir de. Sadece bu söze dayanarak dahi Dersim mağdurlarının mahkemeye başvurması bile mümkün aslında. Diğer taraftan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun bu polemikte o dönemki CHP’yi savunma gayretlerini oldukça gereksiz buluyorum. Çünkü ortada savunulabilecek bir davranış yok. Hatta eğer bu iddiaları ortaya ilk olarak Başbakan Erdoğan atmasaydı, yani Dersim siyasi bir iddialaşmaya dönüşmeseydi aynı eleştirileri özel hayatında Kılıçdaroğlu bile yapabilirdi. Diyeceğim o ki Kılıçdaroğlu illa AK Parti’yi eleştireceğim diye veya partimin geçmişini savunacağım diye savunulması oldukça güç bir yükü sırtına alıyor. Bunun yerine o da Başbakan Erdoğan’ın eleştirilerine kendi cephesinden katkıda bulunsa belki de Dersim ile ilgili sırlar daha kolay ortaya çıkacak, hatta Dersim kurbanlarının haklarını tazmin bile mümkün olabilecek.
Suriye’deki gibi
Elbette Dersim’de silahlı kalkışmalar da oldu ve devletin bu isyanları bastırmak için haklı gerekçeleri de vardı. Ancak ne olursa olsun meşru bir devletin yapabileceklerinin sınırları vardır. Zaten meşru devlet ile gayrimeşru devlet arasındaki fark da şiddeti hangi sınırlar içinde ve hangi ölçüde kullandığı noktasında ortaya çıkar. O dönemin Türkiyesi ne yazık ki bugünün Suriyesi gibi davrandı. Suçlu ile suçsuzu ayırmak yerine toptan bir grubu ve bir bölgeyi cezalandırmayı, hatta yok etmeyi seçti. Böyledir, fikren ve madden çaresiz kalan militarist rejimler kitleleri yok ederek sorunlarından kurtulmaya çalışırlar. Bu hal ‘başı ağrıyınca başını kesmeye kalkan adam’ın trajik durumu gibidir. Bugün Suriye’de yaşadığımız durum da aynen böyledir. Şam yönetimi daha fazla demokrasi taleplerini ‘isyan’ sayarak şehirleri havadan ve denizden bombaladı, mahalleleri tanklarla dövmeye kalktı ve göstericilerin üzerine ateş açtı. Çünkü tıpkı tek parti dönemi Türkiyesi gibi Baas Suriyesi de halkı sözle ikna edemiyor; fikirleri ile kitlesel destek alamıyor; suçlu ile suçsuzu birbirinden ayırıp suçlu saydıklarını mahkemelere taşıyamıyor; mahkemeleri mahkeme değil, polisi polis değil. Sözün özü çaresiz her militarist rejim gibi Şam Yönetimi de yok etmeyi sorunlarını çözmek sanıyor.
Zihniyet devrimi
Bu bağlamda Dersim tartışmalarını ve geçmiş darbelerin yargılanmasını son derece sağlıklı bulduğumu belirtmek isterim. Yeni Türkiye kozasını parçalarken geçmişin karanlık sayfalarını da birer birer temizliyor. Adım adım Suriye gibi olmaktan çıkıyoruz. Adeta zihniyet devrimi yaşıyoruz. Bu süreçten geçmişin diğer karanlık sayfaları da nasibine düşeni elbette alacaktır. 27 Mayıs darbesi, Ermeni tehciri, Varlık Vergisi, siyasi suikastlar, terörle mücadele adına işlenen faili meçhul cinayetler, 6-7 Eylül Olayları ve daha nicesi... Belki bunları tartışırken üslubumuz biraz daha yumuşak olabilir ve bu kadar hayati konuları parti kavgaları haline getirmeyebiliriz. Ancak buna da şükür. Ağzı on yıllarca bantlı kalmış bir millet için tek başına bunları konuşabilmek dahi büyük bir ilerlemedir...