On bir ilde yüzyılın depremleri yaşandı. Şehirlerimiz yıkıldı. Tarihin en büyük ölümlerini ve acılarını yaşadık. Beş yüzyıl önce de aynı bölgede benzer depremler olmuştu. Şehirler yıkılmıştı, bazısı da tamamen yok olmuştu. Ancak nüfus bugün ki gibi devasa değildi. Bu nedenle can kaybımız şimdi çok daha fazla oldu.
Depremi önce fiziksel anlıyoruz. Binalara bakıyoruz, sokak ve meydanları görüyoruz. Jeologlar ve mühendisler öne çıkıyor. Görmediğimiz ise depremin "doğal afet" ötesi tarafı. İnsan ilişkilerine ve toplum hayatına verdiği zararlar. Hâlbuki deprem toplumun kurumları, ailesi, değer ve alışkanlıkları ile sarsılması, dağılması ve hatta yok olmasıdır.
6 Şubat depremlerinden tam bir ay sonra Antakya, Hatay, Kırıkhan, Maraş, Malatya, Adıyaman şehirlerini dolaştım. Bazılarında iki gün kaldım. Diğerlerinde de en az bir gün dolaştım. İlim Yayma Cemiyeti, Ensar Vakfı, Hüdai Vakfı, İHH gibi vakıfları ve cemiyetleri ziyaret ettim. Temsilcileriyle derin görüşmeler yaptım. Sabahları soğuk günde, ocağın başında aşçılarla sohbet ettim, akşamları yağmur yağarken çatır mescidinde namaz kıldım... İş adamları ile görüştüm. Van'dan, Kayseri'den, Denizli'den gönüllü olarak çalışmaya gelmiş gönül insanlarıyla tanıştım.
Depremin toplumda bıraktığı sosyolojik etkileri anlamaya çalışıyordum. Gözlemliyordum, hissediyordum, not alıyordum. Salt bilimsel güdülerle züppelik mi yapıyordum? Hayır! Büyük bir yıkımın toplumu ve insanları nasıl sarstığını, nelere yol açtığını anlamak sorumluluğunu duyuyordum. Bir sosyolog olarak benim de yapacağım en iyi şey buydu. Gazetelerde okuduklarımı, televizyonlarda seyrettiklerimin içine girerek hissetmek, anlamak ve ayna olmak...
Sosyal ölüm kavramının burada da nasıl ete kemiğe büründüğünü yakından gördüm. Hatay'da sokaklarda dolaşırken polisler ve kediler dışında hiç kimse yoktu. Esnaf dükkânları yerinde duruyordu. Pencerelerden sarkan kanepeler ve pencereden sarkan perdeler, kamyonların moloz taşırken etrafa bıraktıkları toz toprak vardı sadece. Şehir boşalmıştı. Şehir ölmüştü. Sosyal ölüm yaşanmıştı. Esnaflar, aileler, sosyal ilişkiler toptan kalkmıştı.
Kahramanmaraş'ta hava daha başkaydı. Yaralı şehirdi. Ayağa kalkmaya çalışıyordu. Hızla yaralarını sarıyordu. Bir iş adamı, çalışan yönetici ve işçilerini devreye sokmuştu. Onunla konuştukça umudum yeşermişti. Büyük bir deposunu da erzak dağıtımına ayırmış ve yine başına da bana da rehberlik yapan bir yöneticisini koymuştu. İlim Yayma Cemiyeti'nin başında bir akademisyen muhabbet ve mesuliyetle koşturuyordu. Onunla akşam yemeğini yedik. Uzun uzun konuştuk. Dini grupların dayanışmasını çok güzel anlatıyordu. Maraş'a ilk yetişen el onlar olmuştu.
Adıyaman, sanki kenarda kalmıştı. Hüdai Vakfı, kısa sürede bir kamu binasında organize olmuş ve halka ekmek ve su dağıtmaya başlamıştı. Orada, karavanda yattım bir gece. Akşam Erkam TV için de, yine oradaki STK temsilcilerinin katılımıyla güzel bir program yaptık. Yoğun bir haraketlilik ve yaraları sarma faaliyeti vardı.
Malatya, son durağımdı. Arkadaşlarım var. Onları hem ziyaret ettim hem de bazılarıyla da derin mülakatlar yaptım. Malatya boşalan şehirdi. 800 bin civarındaki şehir nüfusunun yarısına yakını gitmişti. İş yerlerini ve yardım merkezlerini dolaşık. Şehir yavaşlamıştı; hüzün ve yalnızlığa gömülmüştü.
Deprem, toplumsal yapıyı dağıtmış ve sosyal yaraları ortaya çıkarmıştı. Hatta kimi yerlerde de sosyal ölüm ortaya çıkmıştı. Din, cemaatler, tarikatlar, vakıflar bu sosyal yaraları sarmak üzere seferber olmuştu. Dağılan sosyal anlam yeniden dinle inşa edilmeye çalışılıyordu. Mescitler, dualar, cenaze törenleri, aşevleri, yas tutmalar... Hepsinde vardılar. Kolektif acı, yine dinin kolektif eylemleriyle iyileştiriliyordu.
Yeni depremlerle milletin büyük acıları daha yaşamaması için, inşada "kötülük pahasına çıkarlar konsensüsüne" karşı sıfır tolerans içinde olmalıyız.