Kimse bir ülkenin kendi güvenliği için yapıp ettiklerini kınama hakkına sahip değil. Hukukun sınırları içinde böyle bir mücadele sonuna kadar Türkiye’nin hakkıdır.
Olup bitene ‘AK Parti seçimlerden yenilgiyle çıktı, şimdi yeni bir seçime savaş ortamında giderek tek başına iktidar olmanın hesabını yapıyor’ diye yaklaşanlara söylenecek tek söz var: Türkiye, adı ister PKK, ister KCK, isterse paralel yapı olsun; kendi içinde bir başka devlet ya da güç olma iddiasını kabul edemez. Bu iddiayla sahneye çıkan herkesin mücadelesi, daha başından itibaren gayrı meşrudur.
Buraya kadar sorun yok. En azından kendi adıma bunu söyleyebilirim. Ancak devlet güvenlikle ilgili sorumluluğunu yerine getirirken, bir yandan devam etmesi gerekenler de var. Asıl marifet bunları unutmamak. Daha büyük marifetse bunları başarıyla yerine getirmek.
Yıllardır terörle boğuşuyor Türkiye. PKK’yla başlayan terör kıskacına her gün bir yenisi eklendi adeta. Bu cidden zorlu bir mücadele. Öte yandan bir başka gerçek var. Doğru ya da yanlış, hatta en uç düzeyde bile olabilir, fark etmez. Bir ülkede insanların taleplerini nasıl ortaya koyacaklarına dair kanallarda sorun varsa, meşru zeminlerin sonuna kadar açık tutulması önemlidir.
PKK terör eylemlerine devam ederken, onunla aynı tabana hitap ettiğini söyleyen siyasi partiler, talepleri her neyse onları meşru zeminde ifade etmek yerine, her defasında şiddetin gölgesinde durmayı tercih ettiler. Burada kastedilen, mesela bugün HDP’nin sadece PKK’yı kınaması değil aslında. HDP yönetimi de bunu pekala biliyor. Buradaki sorun, bu siyasi partinin bir şekilde kendisine yüklenen toplumsal talepleri açık ve şeffaf biçimde dile getirmeyi değil, şiddeti ve şantajı tercih etmesi.
Örgütün eylem yapmadığı dönemde, kimin hangi siyasi tezlerle konuştuğu ve hangi model üzerinde çaba gösterdiği sorusunun cevabı, bize çok şey söylüyor aslında. PKK ve HDP, ortak bir akılla hareket ederek, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası dinamikleri de kendi lehlerine kullanarak, geçici barış dönemini, kelimenin tam anlamıyla bir ‘işgal’ ve ‘yıkım’ süreci olarak değerlendirdi. Geldiğimiz noktada, HDP’nin seçimlerde aldığı oy dahil hemen her sonuç ya da dinamik, kalıcı bir barışın değil, aksine Türkiye’yi doğrudan hedef haline getiren bir arayışın parçası oldu.
Masum filan değil. HDP’ye sözüm ona emanet edilmiş ‘Nişantaşı oyları’ da dahil pek çok unsur; Türkiye’yi hedef alan bu oyunun bir parçası. Öyle basit pişmanlık ifadeleriyle geçiştirilemeyecek kadar da önemli. Hoş; manzaraya bakılırsa, bu lobinin uzantıları, pişmanlık bir yana, pişkinlik sınırlarını zorlamakla meşgul!
Demokratik siyasetin zorlukları var. Canınız nasıl isterse öyle davranamıyorsunuz. Kurallar var, hukuk var. Meşruiyet diye bir kaygınız var. Zaten böyle bir mücadeleyi değerli kılan da bu zorlukları. Öte yandan kendisine demokrasinin yeni gözdesi muamelesi yapılan siyasi parti, meşru siyaset bir yana, alenen terörün diline sarılmış durumda. Burada verilecek en büyük sınav, Türkiye’nin bu mücadeleyi hem hukukun sınırları içinde sürdürmesi, hem de demokratik kazanımlarından geri düşmeden, onlardan herhangi birisini feda etmeden yoluna devam etmesi.
Belli ki ne demokrasi, ne Türkiye, ne gelecek, ne de barış HDP’nin umurunda. Ona istediğini vermeyelim. Bizi çekmek istedikleri bataklık, onları besleyen büyüten pisliğin ta kendisi. Demokrasi, inadına daha çok demokrasi. Ama terörün belini bir daha yerinden kalkamayacak ölçüde kırmak da bu sürecin olmazsa olmazı.