Acı gerçek şu ki
Siyasetin başarıları ile coşup bağımsızlaştıkça ekonomide bağımlılığımız artıyor. Ekonominin sürüklediği bir siyasi yapılanma yerine, siyasetin sürüklediği bir ekonomik başarı söz konusu.
Bundan 10 yıl önce (2002)
36 milyar dolar ihracata karşılık (zaruri olan-fiyatı dışarıda belirlenen) enerji hariç 42,3 milyar dolar ithalat yapıyorduk. Ve yüzde 6,2 büyüyorduk.
10 yıl sonra bugün (2012)
152,5 milyar dolar ihracata karşılık enerji hariç ithalatımız 176,5 milyar dolar. Ve muhtemelen yüzde 2,5 civarında büyüyeceğiz.
Daha az büyüme daha çok ithalat.
Peki neden?
Ekonomide bazı politikaların uyumsal problemleri ve bütüncül sorunları oluşabilmektedir. Mesela 2001 krizi ile uygulamaya alınan 'dalgalı kur sistemi' aslında bir ülkeyi finansal saldırılara karşı da açık pazar haline getirebilmektedir.
Açık pazarın, yani gelen yabancı sermayenin soğutulması ve üretim çarklarına çevrilmesi için gerekli önlemleri bir bütün olarak kabullenemediğimiz gibi bazı dönemlerde kendimizden bile korktuk.
Örneğin sermaye akımı karşısından aşırı değerlenen TL'nin bu yükünü taşıyacak bir sanayi politikası bütüncül olarak maalesef hala uygulanabilmiş değil. Değerli TL ile vasıfsız istihdam yapısı asla aynı potada duramazdı.
Ve duramadı da.
Sanayi sektöründe büyüklerin dışında (tekel konumlu şirketlerin harici) ciddi gerileme riskleri oluştu. Özellikle 2007-2008 süreci Türk sanayisi açısından "kur darbesi" dönemi oldu.
Para politikasını oluşturup vasıflı eleman için eğitim politikasını oturtamayınca sanayi sektörümüz kaçınılan sektör haline geldi.
Bir başka sıkıntılı nokta ise ekonomiye mali bakışın üstünlüğü olmuştur. Mali sıkıntıların reel sektör üzerinden çözümlenmesi ucuz girdi ve mali destek bekleyen sanayi sektörünü tam tersi bir tablo ile karşı karşıya bırakmıştır. Son 5 yılda enflasyonun tam iki katına ulaşan enerji zamlarına sanayicinin sesi bile çıkamamıştır.
Oysa aynı yıllarda mali kesimin kârları resmen rekor üstüne rekor kırmıştır.
Bugün sanayi strateji belgesini okuduğumuzda karşımıza müthiş bir hamle oluşturacak altyapı oluşumu çıkıyor. Fakat bu hamleyi besleyecek ve destekleyecek diğer kurumsal adımların olmaması sanayinin sıçrayışını maalesef meleklere bırakmaktadır.
Bugün sanayi sektörünün en önemli problemlerinden biri de "finansa ulaşamamak"tır. Oysa küresel bankacılık sektörünün artık ticari bankacılıkta yoğunlaşması, kârlı tüketim kredilerini tercih etmeleri, finansallaşmaları ile sanayi sektörü adeta öksüz kalmıştır.
Gelişmiş ülkeler sanayi sektörünün finansa ulaşım sorununu sermaye piyasaları üzerinden çözmüşlerdir. Büyük buluşların, yeni girişimcilerin varış noktaları hep sermaye piyasaları olmuştur. Oysa bizim sermaye piyasamız demokratik ortaklığın ilk adımını bile kaybetmiştir.
Yeni Türk Ticaret Kanunu ile yakalanan müthiş fırsat maalesef küçük hesaplarla heba edilmiştir. Büyük ortağın tabiri caiz ise eğlencesini bile fatura ettiği şirketinden neden temettü dağıtsın veya temettü dağıtma gereği duysun?
Birisi yıllarca bedelli sermaye artırımları ile para toplayan patronların tek kuruş temettü dağıtmadan bu parayı nereden bulduklarını sorabilir mi?
Hatta Galatasaray örneğinde olduğu gibi bedelli sermaye artırımlarına yol açan süreçler medya beyanları ile örtülebilir mi?
Acı ama gerçek şu ki
Gelişmiş ve kalkınmış demokratik bir ülke olmak istiyorsak bu işi korunmasız vatandaşı iç eden bankalarla başaramayız.
Demokratik ve güçlü bir ekonominin oluşması için sadece krediye dayalı bir ekonomik modelin sürmeyeceğini görerek düzgün ortaklık piyasasının oluşmasını da sağlamalıyız.
Unutmayalım ki demokrasinin zemini puf diye uçacak finansal yapı ile değil güçlü sanayi ile oluşturulur.
Çünkü
Para korkaktır.