Yeterince özgürlükçü bulmadığımız ve değiştirmek istediğimiz 1982 Anayasası’nda bile şöyle bir hüküm vardır:
“Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüs?ü düzenleme hakkına sahiptir.”
Buradaki “önceden izin almadan” ifadesi önemlidir, çünkü devleti protesto eden bir gösteri için devletten izin almak gerekse, devlet bunu pekâlâ vermeyebilir. Gösteriyi keyfi olarak engelleyebilir.
Öte yandan, gösterilerin “kamu düzeni”ni bozmaması, örneğin herkesin kullandığı cadde ve meydanları uzun süre işgal ederek başkalarının hakkını ihlal etmemesi de bir gerekliliktir. Aynı anayasa maddesinin ikinci kısmındaki “sınırlamalar” da buna işaret eder.
Gelgelelim, bu objektif sınırlamalar Türkiye’de sıkça politik sınırlamaya dönüşür. Kamu otoritesine “bildirim” mecburiyeti, “izin alma mecburiyeti” olur.
Gösterilerin bu şekilde sıkça kısıtlanması, göstericileri daha da öfkeli ve taşkın yapar. Bu taşkınlık, polis müdahalesi gerektirir. Polis müdahalesi de “ölçüsüz” olunca, karşılıklı şiddet iyice yükselir. Sonunda bir taraf “polis faşizmi”ni lanetler, öteki taraf da “anarşistleri”, “çapulcuları”.
Ama eğer “ileri demokrasi” istiyorsak, bu kısır döngüye bir çözüm bulmamız, Türkiye’yi barışçıl gösterilerin özgürce yapılabildiği bir ülke yapmamız şarttır.
Wall Street işgali
Bunun için de bu işlerin Batı demokrasilerinde nasıl olduğuna bakmakta fayda var.
ABD’den örnek vereyim: Bu ülkenin anayasasında garanti altına alınan barışçıl gösteri hakkı, adeta kutsal bir değer sayılır.
Herkes, istediği kamusal alanda, eline pankart alıp istediği mesajı verebilir. Beyaz Saray’ın karşısındaki parkta “Amerikan başkanı kitle katilidir” diyerek dikilebilirsiniz mesela. Verdiğiniz mesajın içeriği (örneğin “marjinal”, “bölücü” veya “aşırı sol” olması) yasak gerekçesi olamaz. Tek yasak, şiddet ve şiddet çağrısıdır.
Ancak “trespass” yani “başkalarının alanını işgal” diye bir sınırlama da vardır. Barışçıl gösteriler, yalnız bu gerekçeyle sınırlanır ve dağıtılır.
Bu ikilemin bir örneği, Eylül 2011’de başlayan “Wall Street’i işgal” hareketiydi. Çoğu solcu olan göstericiler, anti-kapitalist mesajlarla, New York’taki Zuccotti Park’ı “işgal” ettiler. Yani, aynı bizdeki Gezi Parkı göstericileri gibi, çadırlar kurup yatmaya başladılar parkta.
Yönetim, bu “işgal”in sürmesine tam iki ay boyunca izin verdi. Ancak çevredeki vatandaşların şikayetleri ve parktaki hijyen koşullarının iyice kötüleşmesi üzerine, New York polisi sonunda “müdahale”de bulundu. Göstericiler parktan zorla çıkarıldı.
Bu olayda can kaybı olmadı, ancak ABD’nin ve dünyanın diğer şehirlerindeki bazı işgal eylemlerinde ölümler oldu. Amerikan polisi de biber gazı kullandı. Fakat “aşırı biber gazı kullanımına” maruz kalmaktan 1 milyon dolar tazminat alan Californialı öğrenciler de oldu.
Gezi’yi ne yapalım?
Kıssadan hisse, gelelim bizim Gezi Parkı’na.
Eylemcilerin bu parktaki barışçıl gösterileri kuşkusuz meşrudur. Ancak parkı ilelebet “işgal” de edemezler. (“Biz halkız” diyerek taleplerini dayatmaları da anlamsızdır; halkın bir kısmıdırlar sadece. Muhafazakârların da “millet”in kendisi değil, sadece bir kısmı oluşu gibi.)
Yine de hükümete tavsiyem, bu işgal hareketine karşı polisi kullanmaktan olabildiğince kaçınmaktır. Eğer gösterici temsilcileri ile bir anlaşma olursa ne âlâ, işgal kendiliğinden biter. Olmasa bile, zamana yayılan bir işgal, giderek sönecek, zayıflayacaktır.
Tekrar edeyim ki, Amerikan polisi, Wall Street işgaline iki ay boyunca dokunmamıştır. Biz niçin bundan daha “geri” bir demokrasi olalım?