Son sözü baştan söyleyelim, sürmekte olan “saçma” tartışmanın soğumasına -umarım- katkısı olur: Demokrasiler savaş ilan edemez!.. Demokrasiler, ancak, kendilerini savunurlar. Bunu da bıçak kemiğe dayanmadan asla yapmazlar!..
Dönün 20’nci yüzyıldan bu yana yaşanılanları beyninizde bir süzün. Durup dururken savaş ilan etmiş bir tek demokrasi bulamazsınız ama son yüz yılın tarihi, demokrasilerin saldırgan diktatörler ile mücadelesinin tarihidir. Bu süreçte demokrasi ile yönetilen iki ülke asla savaşmamıştır. Savaş dediğimiz berbat olay, demokrasiler ile diktatörlükler arasında yaşanılan bir gerçektir.
2’nci Dünya Savaşı bunun örneğidir. Demokrasi güçleri Alman Nazizm’ine ve İtalyan Faşizm’ine karşı zafer kazanmışlardır. Devamında dünyayı tehdit eden Sovyet Stalinizm’ine karşı Soğuk Savaşı yürütmek zorunda kalmışlardır.
Diktatörler pervasızlardır. Bu nedenle kolay savaş kararı verirler. Halk desteğiyle görev yapan demokratik devletlerde ise yöneticiler, cephede ölen bir tek gencin bile hesabını vermek zorundadırlar. Bir diktatörün saldırısını püskürtmek için alacakları kararı bile geciktirerek, kendi kamuoylarını ikna ederek almak zorundadırlar.
Türkiye bunu bir kez 1974 yılında Kıbrıs’ta yaşadı. O sırada Ankara’da seçimle işbaşına gelmiş bir koalisyon hükümeti, Atina’da faşist Albaylar Cuntası ve Lefkoşa’da da bu faşist cuntaya bağlı güçlerin darbe girişimi vardı. Türkiye müdahale etti, Yunanistan ve Kıbrıs’a kalıcı demokrasinin dönmesini sağlayan demokratik güç olarak adını tarihe yazdırdı.
Beşar Esad bir diktatör. O, savaş kararını kimseye sormadan alıyor ve uyguluyor. Sınırımızda top sesleri ile yaşanılan ise, bir demokrasi ile bir diktatörlük arasında yaşanılması kaçınılmaz olan gelişme...
Geçiniz...
Diktatörlüklerin ağır faturası...
Shahira Mehrez gibi bir hanımefendi ile Kahire’de karşılaşmak Batı Asya’daki diktatörlüklerin yarattığı yıkımı anlayabilmek açısından büyük bir şans. 70 yaşındaki bu sanat tarihçisi “bilge kişi”, 1971-2006 yılları arasında Mısır’da gerçekleştirilmiş bütün gösterilere öncülük etmiş bir isim. Gülerek, “2006’dan sonra gösteri sayısı çok arttı, bu nedenle ancak seçerek katılabildim” diyor. Hüsnü Mübarek diktatörlüğüne karşı sesini Tahrir Meydanı’nı dolduran milyonlardan çok önce yükseltmiş. “Bazen o meydanda 300 kişi olurduk, çevremizde 3 bin polisle birlikte” diye anlatıyor... Vurguladığı ana nokta ise çok acı verici: “Diktatörün arkasında bıraktığı ülkeye bir bakın. Yüzde 50’si fakirlik çizgisinin altında yaşayan, yüzde 25’i okur-yazar olmayan bir ulus. Diktatörlükler dilenen ve cahil insanların üzerinde kendilerini rahat hissediyorlar. Biz şimdi bu nüfusla bir demokrasi inşa etmeye çalışıyoruz. Siyasi tartışmalarda ne dendiğini anlamayan, bir erzak torbasına oyunu satabilen insanlar ile ülkemizin sorunlarına demokrasi sürecinde çözüm arayacağız. Diktatörün zulmü asıl şimdi başlıyor.”
93 milyon nüfusa sahip Mısır’ın yaklaşık 50 milyonu aylık 200 TL gelire sahip olamadığı için fakirlik çizgisinin altında yaşama sahip!.. Dönüp baktım Suriye’ye... İç savaştan önce ülke nüfusunun yüzde 33’ünün aylık 100 TL geliri elde edemediğini gördüm. Libya halkının yüzde 40’ı da aylık 200 TL gelirin altında sürünüp gidiyor.
Bilimsel analiz gerekli...
Türkiye’nin “aydın kesiminin” çevrelerinde yaşanılan gelişmeleri “bilimsellik zemininde” tartışmadığı açık gerçek. Aslında, bu durum, ülkemizin ulaştığı gelişmişlik düzeyine hiç yakışmıyor. Arap dünyasında yaşanılanları “dış güçlerintezgahı” olarak değerlendirme eğilimi ise tam anlamıyla bir cahillik örneği. Bu insanlar, diktatörlerin ellerinden aldıkları yaşamlarını geri kazanmak için sokaklara döküldüler. Ancak, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar bu ölçüde ölümü göze alabilirler.
Shahira Mehrez bir sosyalist, ülkesinin laik devlet yapısının korunmasında da kararlı bir aktivist. Ülkemizin sol siyaset kanadının ve sol aydınlarının Mehrez gibi isimler ile temas kurma ve Arap Devrimi gerçeğini doğrudan onlardan öğrenme zamanı gelmedi mi? Çizdikleri tablo, sol adına içimi yaralıyor...