Bir yeni düzenin kurulduğundan, dolayısıyla da bir öncekinin yıkıldığından söz ediyoruz hepimiz.
Sahiden öyle mi? Olup bitene baktığımızda, en kaba tarifiyle Birinci Dünya Savaşı ile birlikte oluşan düzen yıkılıyor. Yerine de kuşkusuz bir ‘düzen’ inşa ediliyor. Peki bu durum, bize yeni bir barış halini vaat ediyor mu gerçekten? Bu ‘yeni düzen’ belli bir çatışma ortamının ardından bize sahici bir barış verecek mi?
Hiç kuşku yok ki dünya, artık yönetilmesi ve zaptedilmesi zor, hatta imkansız bir yer olmaya doğru hızla ilerliyor. Bir yeni düzen, mesela Ukrayna’da bize ne söyleyecek? Irak’ta veya Suriye’de ne söyleyebilir? Balkanlarda? Bu düzen çağrısını yapanlar, niçin ve hangi gerekçelerle inanılır bulunacak? Başka bir soruyla, eski düzeni yıkıp yenisini kurma iddiasında olanlar, bir öncekinden farklı ne koyacaklar insanlığın önüne?
Dünyanın birçok ülkesinde, bölgesinde, hatta abartısız demokrasinin beşiği yahut kaynağı sayılan ülkelerde ciddi bir ‘demokrasi’ tartışması yapılıyor. Demokrasiye dair bu tartışmalar ve bunların beslendiği kaygılar elbette yeni değil. Demokrasinin zamanın sorunlarını çözemediği iddiası da yeni değil. Ancak, belli bir dönem liderlerin ya da siyasi partilerin üzerine yüklenen başarısızlıklar, iflas ya da çöküşler; şimdilerde doğrudan demokrasinin bizzat kendisi üzerinden yorumlanmaya başlandı.
Aşırı milliyetçilik ve hemen pek çok ülkenin sorunlar listesinde ilk sırada yer alan ‘göç dalgaları’ arasında denge kurmak için; diğer yandan Yunanistan örneğinde olduğu gibi gelir adaletsizliğinin artık sınırları aştığı ülkelerde sil baştan yapmak adına demokrasiye eskisi kadar güven duyulduğunu söylemek kolay değil yazık ki.
Kelimenin her anlamıyla yaşlanmış, bir başka deyimle yağlanmış ve artık hareket edemez hale gelen örnekler üzerinden böyle bir tartışma yürütmek elbette karamsarlık getirebilir. Ancak sadece şuna dikkat çekmek istiyorum. Demokrasiye dair bu tartışmaları hafife almayalım. Hele bunların beslediği alanlar üzerinden karşımıza çıkması muhtemel operasyon ve hamleleri daha şimdiden doğru okumaya başlayalım.
Bu yılgınlık, bu karamsar hava ve onun ‘meşru’ kılacağı hamleler, belki de en yaygın ve belirleyici biçimde İslam dünyasını etkileyecek. Çünkü, İslam ülkelerinde, özellikle de Türkiye gibi örneklerde, demokratik sistemin işleyişinin, o ülkenin değerlerini öne çıkarması ve bunun giderek kalıcı hale gelmesi; az önce bahsettiğim karamsar alanda çok farklı okunuyor.
Türkiye’de demokratik sistemin işleyişinin, İslam’ı ve Müslümanları öne çıkarmasının uyandırdığı rahatsızlık, sanıldığından çok daha geniş bir alanda ilgi bulan bir ‘sorun’. Çünkü böyle bir gidişat, demokrasinin eninde sonunda herkesi istenilen biçimde dönüştüreceği öngörüsünü anlamsız hale getiriyor.
Tam da bu nedenlerle, tam da bu tartışmaların kıskacına girmemek için; Türkiye’nin şu an karşı karşıya olduğu sorunları, kendi demokratik serüvenini kesintiye uğratmadan, devletin eski kodlarının tehlikeli sularına girmeden ve elbette değerleriyle barışık adımlar atma konusunda yeni bir silkelenmeyle yönetmesi ve çözmesi gerekiyor.
Mesela Mısır’a bakarken, Suriye ya da Irak’la ilgili sözümüzü söylerken başımız hep dimdik. Öyle olmasının değerini şu anda fark etmeyenlere küçük bir tespit: Türkiye daha demokratik oldukça değerlerinden uzaklaşacak bir ülke değil. Bu dengeyi kurduğumuz ölçüde güçlü oldu, daha da güçlü olacağından kimsenin kuşkusu olmasın.