Türkiye, kim ne derse desin demokratikleşme paketini açıklayarak muazzam bir adım atmıştır. Bunun psikolojik boyutlarından tutun, bugüne kadar asla çözülemezmiş gibi görünen sorunların bir anda buharlaşmasına kadar pek çok boyutu var. Ama tekrar vurgulamakta yarar var. Bu paketin açıklanması bile başlı başına bir devrimdir, Türkiye’nin yeni bir yol haritasını önüne koyup kararlı bir yolculuğa çıktığının da ifadesidir.
Burada çok dikkat çekici bazı başlıklar var. Ana muhalefetin ve diğer siyasi partilerin tepkilerini de hala devam eden kötü alışkanlıkların bir parçası olarak tanımlayabiliriz. Nitekim gerek CHP’nin tavrında, gerekse MHP’nin tepkilerinde atılacak adımlara yönelik ciddi eleştirilerden çok, tabanlarına mesaj verme kaygısı ağır basıyor. İşin doğrusu bu iki partinin tabanlarının değişime tümüyle kapalı olduğunu iddia etmek de haksızlık olur. BDP’nin tutumunu ise ayrıca ele almak gerekiyor.
Dikkat çekici bulduğum husus, bunların neredeyse tamamen dışında. Türkiye’de kendilerini bir şekilde değişimin öncüsü, teorisyeni, bayraktarı ve sınıfsal anlamda olmazsa olmazı ilan edenlerin, böyle bir paket karşısında gösterdikleri duyarsızlık ve en hafif ifadeyle vurdumduymazlık akıl alır gibi değil.
Cumhuriyetin, belki de daha geriden alırsak Tanzimat’ın kendi dinamikleri, değişimin olmazsa olmazı olarak kendisini merkeze alan bazı sınıfsal dayatmaları beraberinde getirdi. Bunlar kendilerini vazgeçilmez ve kendileri olmadığı takdirde değişimin de olamayacağı yönünde tanımladıkları için, içinde bulunmadıkları her adıma ya köstek oldular yahut pasif direniş gösterdiler.
Merhum Turgut Özal’ı sonradan devrimci ilan edenlerin önemli bir bölümünün kendisi hayattayken neler söylediği şimdilerde hatırlanmıyor. Yine Merhum Necmettin Erbakan’ın gerek siyasetin, gerekse ekonomik anlamda ortaya koyduklarına ‘cami ile kışla arasında kalmayız’ diye mesafe koyanların da tutumu bundan farklı değil.
Şimdilerde benzer bir tepki ya da duyarsızlık Başbakan Tayyip Erdoğan üzerinden yaşanıyor. Erdoğan, sözgelimi Kürt sorununda kritik adımlar atıyor. Bu sınıfsal tepki koro halinde Kürtlere ‘Erdoğan’a güvenme, derin devletle işbirliği yapıp seni satacak’ çağrısında bulunuyor. Bugüne kadar tartışılmak bir yana konuşulmamış adımlar atılıyor, yine onlardan ciddi bir ses yok.
Burada temel arıza, bu ülkenin geniş kesimlerinin değerlerini temsil eden siyasete ve aktörlere dudak bükülmesi, onların geçici olarak görülmesi, değişim sürecinin hamallığını yaptıktan sonra bir kenara bırakılacak yığınlar olarak algılanması. Daha net ifadesiyle Müslümanların, değişim sürecinin merkezinde değil, çevresinde tutulup bir kenara atılmak üzere zihinlerde yer alması.
Bunun ne denli tehlikeli boyutlara ulaşabileceği, Gezi eylemleri sırasında ortaya çıktı. Sözgelimi kendisini Akil Adamlar listesinde göremediği için bugüne kadar savunduğu bütün tezleri bir kenara bırakıp Gezi’den devrim hikayeleri üretenlere rastladık. Önemli mi, ne yazık ki evet. Şaşırtıcı mı, ne yazık ki hayır.
Türkiye, önemli bir hamle ile, dahası yakın zamanlarda siyaseten köşeye sıkıştırılmak istenen bir aktörle, Tayyip Erdoğan’la yola devam edecek bir yeni dünya tasavvuru ile sadece kendi ülkesine değil, bölgesine ve dünyaya çok önemli bir mesaj vermiştir.
Bu mesajın ne kadar önemli olduğunu anlamak için şu sıralarda Mısır’dan Suriye’ye oradan Irak’a, Kenya’ya, Pakistan’a kadar uzanan geniş bir alanda gerçekleştirilen devasa operasyona bakmakta yarar var.
Bu operasyona rağmen yola devam diyor Türkiye. Belki de tam da bu nedenle söz konusu operasyonun ana hedefi haline geliyor.
Bunu görmek sahiden bu kadar zor mu?