Birçok insan ölümün bir son olduğuna, öldükten sonra unutulacağına inanır ve ölmemek için elinden geleni yapar. Birkaç yıl daha yaşayabilmek adına servetler harcar.
Rockefeller ailesi ve özellikle Hollywood ve Beyaz Saray'daki siyasi isimlerin servet harcayarak, işkence yöntemiyle sağladıkları adrenalin ile 0 ila 9 yaş arasındaki çocukların kanlarından elde ettikleri Adrenochrome hücresiyle vücudu yenileyerek ölmemeye çare aradıklarını duyuyoruz! Beşşar Esed'in babası Hafız Esed'in de müptela olduğu omurilik kanserinden yeni doğan bebeklerin kanıyla kurtulmaya çalıştığını okuduk. Çavuşesku ile ilgili de benzer haberler duyduk.
Oysa hayat bunun tam tersi olduğunu gösteriyor bize. Unutulmamak için ölmek gerektiği gerçeği tarihin birçok döneminde görülüyor.
Geçmişin izleri, yaşarken değeri anlaşılmayan ama öldükten sonra badem gözlü olan insanlarla dolu.
Ünlü ressam Van Gogh, şair Edgar Allen Poe, yazar Stefan Zweig, müzisyen Mozart, ilim adamı Mendel... Bunlar öldükten sonra dünya çapında meşhur olmuş ve unutulmazlar kervanına katılmış isimlerden sadece birkaçı.
Ülkemizde de durum bundan farklı değil aslında. Mehmet Akif Ersoy'dan Sabahattin Ali'ye, Tarık Buğra'dan Cahit Zarifoğlu'na onlarca isim ancak öldükten sonra değer kazanmışlardır. Hak ettikleri saygıyı yaşarken göremeyen bu insanların hayatı ya hapishanede veya sürgünde geçmiştir.
Kendi yakınlarımızda da öldükten sonra arkasından ağıtlar yaktığımız, methiyeler döktüğümüz, güzel sözler sarf ettiğimiz insanlara hayattayken hiç de öyle davranmıyoruz.
Belki onların kalbini kırıyor, kızıyor, üzüyor veya aşağılıyoruz. Yaşarken insanlara kıymet vermiyoruz. Pire hükmündeki hatalarını fil gibi gösteriyoruz. Ancak öldükten sonra değerini anlıyor ve arkasından, günümüz tepkisiyle "sanal ağıtlar" yakıyoruz!
Ne garip değil mi, aslında yaşarken yapmamız gerekenleri yapmıyor, yaşarken vermemiz gereken hakları vermiyor, hayattayken söylememiz gereken güzel sözleri maalesef söylemiyoruz. Hayat işte böyle garipliklerle dolu!
Her şey yerinde ve zamanında yapılırsa güzeldir. Oysa biz "anı ıskalama" konusunda çok maharetliyiz.
Üstelik bunu sadece arkadaşlarımıza değil, eşimize, çocuklarımıza, ailemize de yapıyoruz. Yaşarken yapmamız gerekenleri yapmıyor, söylememiz gerekenleri söylemiyor, vermemiz gereken değeri vermiyoruz.
Bütün bunlara sebep olan şeyin ne olduğunu kendimiz de bilmiyoruz. Gurur mu, bencillik mi veya başka bir şey mi?
Sebep her ne olursa olsun yapamadıklarımız maalesef bizi hem kendimizden hem de çevremizden uzaklaştırıyor.
Üstelik yaşananlardan ders de almıyoruz. Kim bilir kaçıncı kez aynı hataya düşüyor, söylememiz gerekenleri söylemiyor, yapmamız gerekenleri yapmıyoruz. Değer vermemiz gereken kişilere hayattayken değil de öldükten sonra değer veriyoruz.
Sanırım biz geçmişten ders almasını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz!
Birkaç gün önce hayatını kaybeden İzdiham Dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve şair Bülent Parlak'ın arkasından birçok güzel söz söylendi, söylenmeye devam ediyor. Yaşarken kıymetini bilememekten dem vuruluyor.
Oysa aynı şeyleri birkaç yıl önce aramızdan ayrılan rahmetli Asım Gültekin ve Akif Emre için de söylemiştik. Onlara da yaşarken vermediğimiz değeri öldükten sonra vermeye çalıştık.
Arkalarından methiyeler düzdük.
Acaba bu methiye ve övgülerin kaç tanesini onların gözlerinin içine bakarak söyleyebildik? Söyleseydik ne güzel olurdu değil mi? Kim bilir ne kadar sevinir, mutlu olurlardı!
Gelin, sevdiklerimizin değerini öldüklerinden sonra değil yaşarken bilelim.
Başta eşimiz ve çocuklarımız olmak üzere bütün güzel insanların gözlerinin içine bakarak onları sevdiğimizi, değer verdiğimizi söyleyelim.
Yaptıkları işlerin çok güzel işler olduğunu, onları her zaman ve zeminde desteklediğimizi, kendilerinin ne kadar güzel insanlar olduğunu ifade edelim.
İnanın onların gözlerine bakarak söyleyeceğimiz bir sevgi kelimesi arkalarından yazacağımız onlarca kitaptan çok daha yerinde olacaktır.