Demokratikleşme paketinde cemevlerine hukuki statü sağlanacağı söyleniyor.
Olumlu bir adım bu.
Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ın, Fethullah Hoca’nın önerisiyle cami, aşevi ve cemevini aynı bahçede buluşturmak istemesi de güzel.
Ama asıl atılması gereken adım, devletin dinler ve inançlar karşısında tarafsızlığını sağlayacak adil ve kalıcı bir düzenlemeden geçiyor.
Evrensel anlamıyla din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına alan bir anayasadan geçiyor.
Ve o gerçekleşinceye kadar, cemevi düzenlemesi dahil bu süreçte atılacak bütün adımlar, bu perspektifle çelişmeyecek biçimde olmalı.
**
Geçenlerde Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, dedelere maaş verilebileceğini söyledi.
Dedelere maaş bağlanmasını eşitlik ilkesinin bir gereği olarak görenler, ideal düzenleme ne olursa olsun, imama maaş verildiği yerde dedeye de verilmesi gerektiğini düşünebilir.
Ama Fransız Devrimi’nden sonra ilk yapılan işlerden birinin, papazları devlet memuru haline getirmek olduğunu göz önüne aldığımızda, Alevilerin de Sünniler gibi devlet kontrolüne alınacağından kaygılanmak da mümkün.
**
Dedelere maaş, belki bir ayrımcılığın ortadan kaldırılması gibi görülebilir, ama yönelmemiz gereken asıl hedef, devletin dinden elinin çekildiği, onun asıl sahiplerine, yani bireylere ve sivil topluma bırakıldığı, herkesin dilediği dini faaliyeti kendi imkanlarıyla yaptığı, imamını, papazını, hocasını, dedesini, şeyhini kendisinin seçtiği, kendi dini eğitim kurumlarını serbestçe oluşturabildiği, tüm faaliyetlerini kendisinin finanse ettiği, cemaatin, tekkenin, dergahın, türbenin, tarikatın serbest olduğu bir hukuki çerçevenin inşası olmalı.
Diyanet’in kapatıldığı, şeyhliği, dedeliği, pirliği, babalığı suçlaştıran, insanların türbe ziyaretini bile yasaklamaya cüret eden İnkılap Yasalarının, evrensel anlamıyla dini eğitimi imkansız kılan Tevhidi Tedrisatın çöpe atıldığı, dedeye maaş verilmediği, imamın da maaşının kesildiği, ibadethanenin tanımlanmadığı, ayrılık olmasın kaygısıyla inanç alanının kamulaştırılmadığı bir özgürlük durumu yani.
Bin yıl da tartışsak, sonuçta ulaşacağımız en adil çözüm bu.
- Darbeyi kınamak için izin talebi -
Yıllardır insan haklarıyla ilgili yazar çizerim, ne zaman Müslümanların haklarıyla ilgili bir şey yazsam aynı tuhaf tepkiyle karşılaşıyorum.
Özgürlükçü geçinen pek çok isim adeta sancılanıyor, başka bir konuda olsa kendisinin de saçma göreceği tepkiler verebiliyor.
Bu tepkilerin bir şekli, ilkesel olarak bu haklara karşı çıkamamak, ama haklara ilişkin bir öncelik sıralaması yaparak Müslümanların talep ettiği hakları ötelemek oluyor.
Başka kesimlerin haklarıyla ilgili telefon rehberi kadar uzun bir liste koyuyorlar önümüze. Önce o sorunların çözülmesini şart koşuyorlar.
**
Hatırlayacaksınız başörtüsü yasağının kalkması söz konusu olduğunda çok bariz ortaya çıkmıştı bu refleks. Bazı akademisyenler bir bildiri yayınlamışlardı. Onlar da özgürlük istiyorlardı, ama bunun olması için “toplumsal uzlaşı” gerekliydi, önce Kürt Sorunu, Alevi Sorunu, işçi hakları ve şu an hatırlayamadığım başka bir dizi sorunun çözümünü istiyorlardı. Aslında istedikleri, tüm dertlerin bittiği mutlu insanların ülkesiydi.
Bu sorunlar çözüldükten sonra sıra “türbana” gelmeliydi.
Yani gelmemeliydi.
**
En son “Darbeye Karşı Koalisyon”un Mısır eyleminde de aynısı oldu.
Yine aynı sıralamayı yaparak, Gezi olaylarında hayatını kaybedenler dururken veya parklara girmek engellenirken Mısır Darbesini protesto etmenin çifte standart olduğunu iddia edenler, Roboski’yi niye görmediğimizi soranlar oldu. Üstelik de ben dahil eyleme katılanların bu konularda ne yaptığını bilme gereği dahi duymadan.
Ben bütün bu konularda susmadım, polisin hoyratça müdahalesinden yaşanan ölümlere, toplantı ve gösteri hakkına ilişkin kısıtlamalardan Roboski’yehepsinde tepki verdim. Ama vermeyebilirdim de. Bu durumda bile Mısır Darbesini protesto ederken başka eylemlerde sorulmayanın sorulması tuhaf olmaya devam ederdi.
Darbeyi kınıyoruz yahu, yaşama hakkı dahil tüm insan haklarının ihlal edileceği bir kötülük kapısını, buna söylenecek laf mı olur? Hayattaki tek eylemim bu olsaydı bile. Kimse bütün ihlallere yetişemez, bir insan hakları örgütünden beklenen de bireylerden beklenemez.
Ama bekleniyor.
Sebep islamofobik önyargı mı, yoksa Mısır’daki kurbanlar hükümete duyulan öfkeye mi kurban ediliyor?
Gerekçeleri yüz yıl tartışabiliriz. Ama sonuçta var böyle bir sorunumuz.
**
Bu noktada hak savunucularına ilave bir sorumluluk düşüyor. Hakları birbirinin karşısına çıkarma yanlışına düşmemeyi öncelikle kendileri başarmak zorunda onlar.
İkinci olarak, özenli bir dil kullanmalı, bir sorununa işaret ederken başka bir soruna kaynaklık edebilecek, bir kesime hak sağlamaya çalışırken diğer bir kesime karşı olumsuz algı oluşturabilecek kıyaslardan kaçınmalılar.
Siyasi ortamın sertleşmesinden payımızı alıyor muyuz, acaba bu durum bizim perspektifimize zarar veriyor mu diye kendilerini mercek altına almalılar.
Makul olabilmekten söz ediyorum yani.
Ama kim demiş bu ülkede bu kolay diye?