Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun geçtiğimiz günlerde milliyetçilik konusunda söyledikleri epeyce tartışma konusu oldu. Ancak siyasal kimliğinin öncesinde saygın bir sosyal bilimci kimliğine de sahip olan Dışişleri Bakanı’nın sözlerini birtakım kavramların güncel kullanımları çerçevesinde değil, kuramsal boyutu içinde değerlendirmezsek yanlış yaparız.
Ben şahsen “ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı” sözünü mevcut ulus devlet yapısına yönelik bir eleştiri olarak değil, ayrıştırıcı etnik milliyetçiliklerin doğasını ve bilhassa bizim tarihimizde oynamış olduğu olumsuz rolü izah eden bir tespit olarak anladım. Buradan yola çıkarak Davutoğlu’nun ulus devleti parçalamak istediğini ileri sürmek insafsızlık.
Şunu da unutmamak lazım ki aslında iki tür milliyetçilik var. Biri etnik temelde ayrışmayı öngören -Bediüzzaman’ın kavramlarıyla- “menfi milliyetçilik”, diğeri etnik farklılıkları zenginlik sayan ve birlikten yana olan “müsbet milliyetçilik”. Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıktığı haliyle Türk Milliyetçiliği ayrıştırıcı değil, birleştirici bir milliyetçilik anlayışına dayanır. (Tıpkı “Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getiren” milliyetçilik gibi!) Çünkü Türk kimliğini etnik temelde değil kültürel ve siyasal birliğin ifadesi anlamında yorumlar. Ama sonradan Türk kimliğini ve dolayısıyla millet kavramını etnik temelde yorumlayan bir anlayış (“ulusçuluk”) bir ara resmiyet kazanmış ve aslında Türkiye’nin milli bütünlüğüne zarar verir hale gelmiştir.
Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Osmanlı birliğini parçalayan Türk Milliyetçiliği değildir. (Zaten Davutoğlu’nun sözlerinden de bu anlam çıkmıyor.) Ne de olsa Türk Milliyetçiliği daha önceki “Osmanlı Milliyetçiliği”nin revize edilmiş halidir. Yine -eğer tabirimi mazur görürseniz- “İslam Milliyetçiliği” diyebileceğimiz bir başka “birlikformülü”nün de muadilidir.
Osmanlı milliyetçiliği bütün etnik ve dini toplulukları bir arada tutarak devletin dağılmasını önlemeyi esas alıyordu. Ne var ki imparatorluklar çağının sonuna gelinmişti ve Osmanlı arazisini parçalamak isteyen batılı emperyalist güçlerin himayesinde bağımsızlık rüyası gören unsurlardan hiçbirini, ne Yunanlıları ne Sırpları ne de Bulgarları artık Osmanlı kimliği altında bir arada tutmanın imkânı kalmamıştı.
Diğer taraftan, Arnavutlar ve Araplar gibi Müslüman topluluklar da çoktandır kendi bağımsız devletlerini kurma sevdasına kapıldıklarından imparatorluğun Müslüman unsurlarına dayanarak devleti ayakta tutmayı öngören İslam Milliyetçiliği projesi de işe yarayacak gibi görünmüyordu.
Bunun üzerine tek dertleri devleti ayakta tutmak olan Osmanlı seçkinleri “elde kalan” ahaliyi bir arada tutma formülü olarak Türk Milliyetçiliğini gördüler. Yani çoğunluğu Türkçe konuşan Anadolu ve Doğu Rumeli Müslümanlarının oluşturduğu “Millet Çekirdeği”ne dayanarak devleti ayakta tutma çaresi...
Birinci Dünya Savaşı sonunda Arapça konuşan ahalisini de artık kaybetmiş olan bir devletin önünde ise Türk Milliyetçiliği anlayışına bağlı kalmak dışında bir seçenek yoktu. Ancak Cumhuriyet döneminde resmen benimsenen Türk Milliyetçiliğinin Osmanlı’nın son yıllarında resmen olmasa da fiilen kabul görmüş olan Türk Milliyetçiliğinden ciddi anlamda farklılaşan özellikleri olduğunu söylemek lazım. Biraz önce sözünü ettiğimiz “millet tanımı”yla ilgili problem bu. Kemalist kadro Türk kimliğini etnik bir çerçeveye sokmaya çalıştı. Çünkü -daha önce de yazdım- “uluslaşma” siyasetinin paralelinde bir de “laikleşme” siyaseti yürürlükteydi. Onun için Kemalistler çıkıp da sözgelimi “Bu millet Kürtlerin, Çerkeslerin, Gürcülerin, Boşnakların, Arnavutların, Pomakların, Yörüklerin, Tatarların vs. bin yıllık tarih içinde ortak bir kültür etrafında kaynaşarak beraberce oluşturdukları bir yapıdır” diyemezlerdi. Deseler “bu unsurları bir araya getiren ortak kültür nedir” sorusuna cevap veremezlerdi. Dolayısıyla bugün de sıkıntıları çekilen inkar politikalarına sarılma gereği duydular.
Ulusçulukla ilgili problem budur. Davutoğlu’nun “ulusçuluk” eleştirisinden de ben bunu anlıyorum.