Geçtiğimiz hafta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile birlikte Afganistan’ın başkenti Kabil’deydik. “Afgan sorunu”nu çözmek için düzenlenen uluslararası “İstanbul Süreci” toplantısı için.
Afganistan bahtsız bir ülke. Stratejik konumu dolayısıyla sömürgeci güçlerin gözü ve eli hep üzerinde olmuş. Bu güçlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarının bedelini bu gariban millet ödemek zorunda kalmış hep. Afganistan’ın sosyokültürel geri kalmışlığının temelinde böyle bir problem var.
Büyük ölçüde dış müdahaleler yüzünden merkezi siyasetin gelişmediği, aşiretler sistemine dayalı feodal yönetim anlayışının ve dolayısıyla feodal kültürün egemen olduğu bir ülkeden söz ediyoruz. Böyle bir ülkede İslam’ın şekilci bir yorumunun geçerli olması, bölgenin geleneksel değerlerinin bizatihi dinin yerine geçirilmiş olması çok da şaşırtıcı değil.
Afgan siyasetini değerlendirirken bu sosyokültürel zemini göz ardı edemeyiz. Rus işgalinden sonra başlayan ve bütün dünya Müslümanlarının yürekten sahiplendiği “Afgan Cihadı”nın maalesef kısa süre sonra etnik gruplar arasında çatışmalara ve giderek iç savaşa dönüşmesi bu tarihsel ve toplumsal şartlar göz önüne alınarak anlaşılabilir.
Ne var ki bugün Afganistan’ı harabeye dönüştüren süreç esas itibarıyla dış güçlerin çatışan hesaplarının neticesi. Diğer yandan hem Taliban’ın hem de El Kaide gibi örgütlerin harcında emeği olanlar daha sonra bunları cezalandırmak adına Afganistan’ı işgal edip insanların üzerine bombalar yağdırarak kanlı bir süreç daha başlatmakta tereddüt etmediler. Sadece küresel güçler değil, bölge ülkeleri de buradaki kardeş halkın huzurundan önce kendi çıkarlarını gözettiği için Afganistan içinden çıkılmaz bir uluslararası problem haline geldi.
Problem o kadar çetrefilli ve o kadar çok boyutlu ki Türkiye’nin başlattığı “İstanbul Süreci” girişimine bu yüzden başlangıçta pek şans vermeyenler vardı. Bundan bir yıl önce başta bölgesel aktörler olmak üzere belli başlı uluslararası güçleri Afganistan sorununu çözmek için masaya çağıran Türkiye’nin tezi şuydu: Afganistan’da barış ve istikrar sağlanamazsa bunun bedelini sadece Afgan halkı değil, önce bütün bölge ardından da bütün dünya ödemek durumunda kalacak.
Afganistan’ın stratejik konumunu ve risk potansiyelini değerlendiren bütün ülkeler Türkiye’nin çağrısına uydular ve ellerini taşın altına koymak üzere harekete geçtiler. Neticede birbiriyle uzlaşmaz görünen aktörler aynı masa etrafında toplandılar. Mesela İran kolay kolay bir araya gelemeyeceği Suudi Arabistan ve ABD ile aynı masada. Mesela Hindistan ile Pakistan aynı masada.
Bu ülkelerin aynı masa etrafında toplanması bile büyük bir başarı. Dolayısıyla İstanbul Süreci’nin başarısı Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na gurur veriyor. Bunu hissediyorsunuz. Ancak bu başarı için basit bir açıklaması var: “Herkesle konuşabilmek, bütün taraflarla konuşabilmek gerekiyor. Onun için Türkiye bu işe öncülük edebildi.”
Suriye eleştirileri haksız
Uzun uçak yolculuğu boyunca Dışişleri Bakanı ile burnumuzun dibindeki Suriye’yi de konuştuk elbette. İran ve Rusya ile görüşmelerin sürdüğü, bu ülkelerin yetkilileriyle çözüm formülleri üzerinde konuşulduğu bilgisini aldık bu çerçevede. Ne var ki sohbetin ağırlığını Suriye politikasına yöneltilen eleştiriler oluşturdu. Davutoğlu bu eleştirilerin bazılarının bilgisizliğe, bazılarının ise düpedüz kötü niyete dayandığını düşünüyor. Suriye meselesinde yapılması gereken her şeyin fazlasıyla yapıldığını, Türkiye’nin sürecin hiçbir aşamasında hatalı bir adım atmadığını söylüyor. Ancak Suriye politikasının yöntemlerine ilişkin iyi niyetli eleştirileri dinlemeye ve tartışmaya hazır olduğunu da ifade etmekten geri durmuyor.