Meslek hayatımın hiçbir döneminde yaptığı bir-kaç üst düzey telefon görüşmesinden sonra kendini memleketi yönettiğini sanan “tanrısal”(!) gazetecilerden biri olmadım.
Bu nedenle, AK Parti’ye yeni başkanının kim olması gerektiğini söyleyecek halim yok. Onların bileceği iştir, eğer, ortaya çıkan tablo doğrultusunda Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nu seçerlerse, işim, bugüne kadar olduğu gibi, icraatını izlemekten ibarettir.
Bir tanıklık yazısı
Davutoğlu’nu, Soğuk Savaş’ın bittiği günlerde katıldığım bir panelde tanıdım, nereden baksanız, 20 yılı geçmiş!.. Kafkasya’daki savaş muhabirliği sürecinde Yeni Günaydın gazetesinde “Sovyetler Birliği 1 yıla kadar dağılır” diye yazmış, öngörüsü doğrulanmış, genç bir gazeteciydim, o, yeni dönemin koşullarını farklı bir gözden okuyan genç bir akademisyen...
İkimiz de, Soğuk Savaş yıllarının şartlanmasıyla dünyaya önce Washington sonra da Brüksel’in stratejik hedefleri doğrultusunda bakan, kendi başkentini bu arada ıskalayan genel-geçer aydın yaklaşımından uzaktaydık. Ben, bir gazeteci olarak alanda yaşadığım tanıklıklar, o, bir akademisyen olarak analiz gücüyle aynı noktada buluşmuştuk.
Bu nedenle, Hamas lideri Halid Meşal’in 2006’daki Ankara ziyareti, hemen tüm kalemler tarafından “Batı bizi cezalandıracak” yaygarasıyla karşılandığında, ziyaretin tarihi öneme sahip olduğunu, bu yolla Türkiye’nin, Rusya ve İran’ın elindeki bir diplomasi kartını kendine çektiğini yazdım. Batı’yı Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi “tekil yapılanma” içinde gören ve bu yapının ortasına da İsrail’i oturtan eski anlayış, “one minute krizi”, “Gazze ve Mavi Marmara olayları” sonrasında da dile getirdiği “Türkiye cezalandırılacak” görüşünün karşılığını bulamadı. Aksine, İsrail Başbakanı, ülkesinin 66 yıllık tarihinde ilk kez bir ülkeden özür diledi.
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun dünya güçlerini rahatsız eden ana yönü, onların, Soğuk Savaş yıllarında güçlenmiş ittifaklarının yeni dünya sisteminde sarsılacağını ve “iki süper güçlü dünyada” hareketsizliğe mahkum edilen Türkiye gibi ülkelerin hareket alanının genişleyeceğini çok önceden fark etmiş olmasıdır.
Örnek: Tahran
deklarasyonu
Yakın tarih ve küresel güçler açısından kırılma noktası, Türkiye ve Brezilya’nın BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a dönük yaptırımlara “hayır” deyip, Tahran Deklarasyonu’na imza atmalarıdır. O deklarasyon, bugün Viyana’da anlaşmaya ilerleyen nükleer görüşmelerin ana zeminini oluşturmaktadır. Fakat geleneksel küresel güçler, 2010 yılında yükselen iki gücün rol almasını önlemiş, insanlık için bir fırsatın kaçmasına ve zaman kaybına neden olmuştur.
İlkeler diplomasisi
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Ocak 2009’da gerçekleştirdiği Şam ziyaretine Paris tarafından özel olarak davet edilen bir karakterin “Suriye’de savaşı körüklemekle” suçlandığı bir dönem yaşıyoruz. Hayır, ben tanığım, bana o görüşmeyle ilgili olarak off-the record anlattıkları benimle birlikte mezara gidecek ama, Suriye diktatörü, 9 Ağustos 2011 günü Şam’da gerçekleşen ve tam 6 saat süren ikili görüşmede Davutoğlu’nun söylediklerini uygulasaydı, bugün, bütünlüğünü korumuş, demokrasisi ve ekonomisi güçlenen bir ülkenin cumhurbaşkanı olabilecekti. Suriye’de işlerin Batı açısından bu hale gelmesinde kimin sorumlu olduğunu ise Hillary Clinton’un The Atlantic dergisi söyleşisinde Obama’ya yönelttiği sert eleştirilerden anlayabilirsiniz.
Davutoğlu Türkiye’nin, içinde bulunduğu Batı ittifakına karşı tez geliştiren bir siyasetçi değildir, “özelleştiren” kimliğe sahiptir. “Komşularla sıfır sorun” politikası, etrafını düşmanlarla çevrelenmiş görüp giderek militerleşen bir devletin “yumuşak gücünü” fark etmesine neden oldu, demokratikleşmenin yolunu açtı. Irak ve Suriye’deki gelişmeler karşısında doğan“askeri müdahaleci” baskıyı “vicdani diplomasiyle” göğüslemesi aynı politikanın devamıdır.
Her bölgesel krizde Türkiye’nin arkasına sığınmaya alışmış küresel güçlere Kırım’da bu fırsatı vermedi, oysa onlar Tatarlar nedeniyle bir Türk-Rus krizi çıkmasını, bu yolla ellerini yıkamayı çok arzu ediyorlardı. Ortadoğu’da da hiçbir sorunu, Türkiye’nin “ikili sorunu” seviyesine taşımıyor. Erbil tehdit altındayken Kürtler’in tabii ki en büyük güvencesi Türkiye’ydi ama o, Amerika’nın kendi yarattığı bataklığa karşı ahlaki yükümlülüğünü yerine getirmesini bekledi.
Nuri el-Maliki’nin yanlış adam olduğunu söylüyordu, ortaya çıktı.
ABD’nin Suriye politikasının yanlış olduğunu söylüyordu, Hillary Clinton itiraf etti.
İsrail’in Gazze politikasının sürdürülebilir olmadığını söylüyordu, ABD-İngiltere başta herkes bunu son katliamda anladı.
Seçim sandığından gelen Müslüman Kardeşler’in Mısır’da ezilmesinin Esed ve Maliki’nin yaptıklarının Sünni radikalizmi patlatacağını söylüyordu, dünya şimdi IŞİD’e karşı çare arıyor. İlginç bir karakter... “Başarısızlık hanesine” yazılmaya çalışılan her şey zamanla “başarı öyküsüne” dönüşüyor...