Dâr'ul-Aceze' ismini, yeni nesiller için biraz açmakta fayda olsa gerek.. Kelime mânâsı itibariyla, 'Güçsüz, âciz duruma düşmüşler evi veya yurdu' demek olur. Böyle bir kurum, bizde pek yoktu.. Çünkü Müslüman toplumlarda anne-baba- çocuklar ve diğer yakınlar başta olmak üzere, bakıma muhtaç durumda olanlara daha bir itinayla hizmet edilmesi, Kur'an'da ve Nebevî Hadis'lerde bir emir ve mükellefiyet olarak, hem de nice irfan erlerinin, âriflerin tavsiyeleriyle bu konu hemen bütün Müslüman toplumlarında o kadar vurgulanmış ve oluşmuş bir yaşayış tarzı ve kültürü halinde tabiî bir sosyal davranış şeklidir.
Bu yüzden de, aile fertleri, âciz duruma düşmüş, bakıma muhtaç hale gelmişler için ayrı bakım yerleri oluşturmamışlar, hattâ bunu kınanacak bir davranış olarak görmüşlerdir. Bugün de Müslüman aileler yakınlarını bir takım bakım ve huzur evlerine ve benzeri yerlere götürmezler ve hattâ bunu, oralarda terk etmek mânâsında görürler.
Ama, özellikle 1877-78'deki ve bizim tarihimizde Hicrî- 1293'e denk geldiği için, kısaca (93 Harbi) diye bilinen ve ağır yenilgiler aldığımız ve Balkanlar'daki 500 yıllık hâkimiyetimizin temelleri çatırdamaya başladığı zaman, yüzbinler-milyonlar, İstanbul'a doğru akmaya başlamışlardı. Bu milyonların barındırılması kolay değildi ve sadece Balkanlar'da değil, İstanbul'da da sosyal hayat alt-üst olmuştu. İşte o zaman Sultan 2. Abdulhamîd, o çaresiz kitlelerin sığınacağı bir yer olarak, 'Dâr'ul-Aceze' ismi verilen barınma evini tesis ettirmişti.
Yalnızca Müslümanlar için değil, barınacak bir yer ve bakıma muhtaç herkes için.. Bu yüzden de, 'Dâr'ul-Aceze'nin bir köşesinde, mimarî açıdan da son derece güzel, küçük bir 'mescid', diğer köşesinde Yahudiler için bir 'sinagog' ve Hristiyanlar için de bir 'küçük kilise' (şapel) yapılmıştı..
Bu mekân yazık ki, uzuuun yıllar bir takım masonik tahakküm odaklarının uzaktan kumandalı mekânı halinde kullanılmıştı.. Şahsen, o mekâna, 1976'larda gidip görmüş ve içim burkulmuştu. Her taraf 'mezbelelik' halinde ve oraya sığınmış kimseler dünyaya küskün ve kaldıkları yerler ise, gerçekte gecekonduların durumunu hatırlatıyordu, koğuşlar, lavabolar, görülecek gibi değildi. O zaman bir yazı yazdığımı hatırlıyorum, Millî Gazete'de..
Bunları niye mi yazıyorum?
50 yıl öncelerde, (henüz 'Millî Görüş Teşkilatı'nın yeni- yeni oluşturulmaya başlandığı zaman diliminde) Almanya'da 'mühendislik öğrencisi' olarak üniversitede okuyan ve ziyaretime gelen 20 -21 yaşlarında, dâvasının heyecanı simâsına yansıyan bir gencin, 'Avrupa Müslüman Gençlik Teşkilatı'nın başkanı olduğunu öğrenmiştim; ismi Hamza Cebeci idi..
O zaman başladı Hamza ile dostluğumuz..
Türkiye'de hem mesleğini icra etti, hem dâvasının istikametindeki siyasî çalışmaların mutfak bölümünde yer aldı..
Ve 10 yıl öncelerde Hamza Cebeci'nin 'Dâr'ul-Aceze Başkanlığı'na getirildiğini öğrendiğim zaman, 'Hamza tam yerini buldu..' demiştim. Çünkü, ömürlerinin son demlerinde 'Dâr'ul-Aceze'ye 'demir atmak' zorunda kalan kimsesiz, çaresiz, içten bir ilgi ve tebessüme hasret kalmış insanların, Hamza gibi bir gönül erinin temas etmesine ihtiyaç vardı.
O da, gecesini-gündüzüne kattı ve rüyalarında bile Dâr'ul'Aceze'yi gördüğünü söylüyordu. Ve o eski mezbeleliği tertemiz hale getirdi, 'Dâr'ul-Aceze'nin koğuşları, lavaboları, banyoları, bütün hizmet alanları pırıl- pırıl hale getirildi; bahçesi de gönüle ferahlık veren bir düzenlemeye kavuşturuldu.
Dâr'ul-Aceze'nin hemen alt tarafında yapılan (1000) kişilik modern Kız Yurdu' da bu dönemde yapıldı. Keza, Arnavutköy'de yaptırılan ve dünyada emsali az bulunan, bir 'Yeni Dâr'ul-Aceze' denilebilecek ve binlerce çaresiz insana sığınak teşkil eden mekân da, Tayyib Bey'in de özel ilgi ve desteğiyle tesis edildi.
'Dâr'ul-Aceze' bugün kendi sahasında dünya çapında örnek gösterilebilecek bir 'hayır kurumu'dur, artık..
Ve, Hamza Cebeci kardeşimiz, 10 yılı bulan bu yorulmak bilmeyen hizmet dönemini 73 yaşında tamamlayıp, 4 Mayıs günü 'Dâr'ul-Aceze'de, bu Vakf'ın Mütevelli Heyet Başkanı olan Bilâl Erdoğan'ın da hazır bulunduğu bir törenle, bu kurumdan hizmet alan yüzlerce insanın duygu yüklü söz ve tavırlarıyla vedâ etti.
Ziya Paşa, 150 yıl öncelerde, Amasya Valisi olduğu zaman, 'Sanmayın, Amasya'da 'paşalık' eyledim; Gördüm fakir halkını, babalık eyledim..' demişti. Hamza Cebeci kardeşimiz de böyle bir hizmet adamıydı. Tayyib Bey de, kendi imzasını taşıyan bir kalem ve bir saat göndermişti..
Necîb Fâzıl merhûm,
'Bir gün akşam olur, biz de gideriz;
Kalır dudaklarda şarkımız bizim..'
demişti.
'Dâr'ul-Aceze'de bundan sonra vazife yüklenenlerin işi daha zor olacaktır. Çünkü, başarılı yönetim örneğinden geride kalanlar başarısız sayılırlar.
Ve unutulmamalıdır ki; bu dünya her insan için de bir 'Dâr'ul-Aceze' durumundadır. Çünkü, insan yavruları, diğer canlılara nazara çok daha geç büyüyen ve çocukluk, ileri yaşlılık veya hastalık durumlarında mutlaka bir bakıcıya muhtaç olmaktan kurtulamazlar.
*