Filiz Alpgezmen’in yazıp yönettiği Yabancı, 12 Eylül’den 30 yıl sonra yeni kuşakların ve toplumun durumunu eleştiriyor.
Albert Camus’nün Yabancı romanının hemen başında Mersault bir huzurevindeki annesinin ölüm haberini alır. Cenazeyi teslim almak için yola çıkmadan önce her zaman yemek yediği lokantaya gider. Lokantanın sahibi Celeste duruma üzülür; “İnsanın bir tek anası olur,” der.
Filiz Alpgezmen’in Yabancı filminin hemen başında Özgür, babasının ölüm haberini alır. Cenazeyi almak için hastaneye gittiğinde morg görevlisi ona “İnsanın bir tek babası olur” der. Özgür’ün babası huzurevinde değildir ama sürgündür. Türkiye’de devrimciyken askeri darbenin şerrinden kurtulmak için Fransa’ya kaçmış ve mülteci olmuştur. Özgür, kendi başta olmak üzere herkese yönelttiği bir öfkeyle, nedeni açıklanmasa da bir hastalıktan öldüğü belli babası için “Kim öldürdü?” diye sorar. Babasının ona bıraktığı mektuptan Özgür’ün ebeveynlerine yabancılaştığını anlarız. Belki de babası onun kimlik ve aidiyet sorunuyla başa çıkması için ülkesinde gömülmeyi vasiyet eder bu mektupta.
Filmin ilk sahnesinde Özgür, Paris sokaklarında yüzünde huzursuz bir ifadeyle dolaşır. Kararma sırasında bir telefon zili duyarız. İkinci sahnede çatlak bir aynaya bakarak ağlar Özgür. Yüzü de ortadan ikiye bölünmüş gibidir. Hareket ettikçe çatlağın bir solunda bir sağında görünür... Morg sahnesinde ise metal dolapta muğlak bir yansıması belirir. Bu incelikli ve psikoloji odaklı başlangıcın ardından Türkiye’ye vardığında Özgür’den çok onun aracılığıyla topluma bakan yazar / yönetmenin gözündeki yabancılaşmaya odaklanır film. Esaslı bir eleştiriden ziyade hoşnutsuz bir tavır egemen olur filme.
İLK FİLM İÇİN UMUT VERİCİ
Görsel olarak da desteklediği psikolojik yaklaşımın yerini çözümleme niteliği taşımayan sosyolojik gözlemlerin alması Yabancı’nın en büyük dezavantajı. Genç yönetmen Filiz Alpgezmen’in Camus’ye yaptığı açık ve net göndermeye rağmen Yabancı’da varoluşçu bir boyut yok. Aksine önyargılı diyebileceğimiz bir bakış var. Mersault’nun yaşlı kapı komşusu Salamano’nun kaybolan köpeği olabileceğini düşündüren bir sokak köpeğinin İstanbul’da sürekli Özgür’ün karşısına çıkması, Özgür’ün her seferinde onu fark etmesi ve filmin finalinde de o köpeğin önemli bir rol oynaması gibi gayet hoş bir leitmotif kullanılsa bile...
Filmin Türkiye’deki toplumsal değişime, dini kimliğiyle öne çıkan yeni burjuvaziye yönelttiği yergi biçimsel ve yüzeysel kalmış. Karşısına koyduğu kesim de öyle: Darbecilerin ezdiği devrimciler ve onların kimliğini ve yerini bulamamış çocukları... Sözcüklerle ifade edildiğinde doğruluk payı yüksek bu durumu görselleştirmek ve bir anlatıya dönüştürmek ise bir ilk filmi aşacak yetkinlik gerektirir. Özgür’ün hastanedeki karikatürize görevliden gördüğü ters muamele; babasını defterden silen muhafazakar amcasının evine tesadüfen bir sünnet düğünü sırasında gidişinde karşılaştığı rüküş ve ağzıbozuk kadınlar, mahallede içki sattırmayan asayiş mangalarının kana susamışlığı üst üste fazla olmuş... Özellikle hala gecekondu mahallesinde yaşayan, fakir, onurlu ve cesur kahramanın hem aşkıyla bunalımdaki kadını, hem cesaretiyle baskı gören esnafı kurtarması hemen ardından gelince...Popüler sinemaya özgü kalın kenarlı ifadeler ve Türkiye’deki muhalefet geleneğinin izleri, etkili bir 12 Eylül ve sonrası için öngörülen toplum mimarisinin analizi yerine geçebilecek bir senaryoyu zedelemiş. Yine de Yabancı bir ilk film için umut verici...