Türkiye toplumunun en az yüzde 80’i kurgusu, felsefesi, idealleri ve amacı itibariyle sıfırdan yeni bir anayasa yapılmasını talep ediyor. Bu ademi merkeziyetçilik demek, yeni bir anayasal düzenin inşası demek, vatandaşın devlet tarafından değil, devletin vatandaş tarafından tanımlandığı bir siyasal paradigma demek.
Ne güzel değil mi?
En azından 28 Şubat öncesine döndük. “Olympos Dağı” fanilere de açıldı. Resepsiyonlar eşli olarak verilebiliyor, Turgut Özal döneminde olduğu gibi, hükümet ordunun tepesinde operasyon yapabiliyor, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları başbakan ve cumhurbaşkanı karşısında olması gerektiği gibi “hazırol”a geçebiliyorlar.
12 Eylül ile hesaplaşıyoruz. 28 Şubat süreciyle ilgili soruşturmalar başladı. 27 Nisan ile ilgili süreç de muhtemelen başlayacak.
Ve kudretli generaller artık hapiste.
İyi de, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan bu kişiler kudretli olduğu için gerçekleşmedi ki.
“Kudret” sıfatını “general”e hasrediyoruz. Ama üzerindeki üniformayı çıkardığımızda bu kişinin herhangi bir gücü kalmadığına ve üniforma da bir teşkilata aidiyeti simgelediğine göre, kudret teşkilatta, yani sistemdedir.
Türkiye’de egemenliğin kimler tarafından nasıl kullanıldığı, Türkiye’nin temel siyasetini belirleyen kurumların birbirleriyle ilişkisi ve parlamento ile diğer kurumlar arasındaki ilişki ve denge nasıl bir sisteme sahip olduğumuzu gösterir.
Vesayet sisteminin şifreleri
Anayasa bu sistemin kendisidir, anayasa metni onu anlatan hukuki belgedir. Türkiye yeni Anayasa tartışıyorsa, sistemi tartışıyor demektir. Eğer yeni anayasa tartışmasını sistem üzerinden değil de, anayasada yer alacak özgürlüklerle, kimlik talepleriyle veya sair siyasal etiketlerle sınırlı olarak yürütüyorsak 100 yılda hiçbir şey öğrenememişiz demektir. Çok daha vahimi, anayasa yapmanın ne olduğunu darbeciler kadar dahi anlayamamışız demektir. Darbeciler 1924’ü kaldırıp 1961’i yürürlüğe sokarken ne yaptıklarını çok iyi biliyorlardı. Akademi dünyasını “özgürlük” tartışmasıyla oyalayıp, esas meseleye eğildiler, yani vesayet sistemini tesis ettiler. 12 Eylülcüler de 82 Anayasası’nı yaparken yine akademi dünyasını “özgürlük” ile oyalarken, sistemi elden geçirdiler. Akademi ise 1961 ile hukuk devletinin inşa edildiğini ve özgürlüklerin tanındığını, 1982’nin ise bunları geri aldığını on yıllar boyu tekrarlayıp durdu. Bugünün pek çok ünlü profesörü akademik kariyerini bu tekrarlara borçlu.
Darbeciler anayasa meselesinin mimari bir proje veya bir iskelet olduğunu biliyorlardı. Zira Anayasada “hukuk devleti” veya “özgürlük” gibi etiketler yer alsa da, sistem ancak projeye veya iskeletin doğal yapısına göre hareket eder. Sürüngen iskeleti, taşıdığı etiketlere/süslemelere rağmen yalnızca sürünmeye elverişlidir; insan gibi yürümeyeceği kesindir.
Akademi “özgürlüklerimiz sınırlandırıldı” diye itiraz ederken, özgürlükleri sınırlayanın sistem olduğunu bir türlü göremedi, halen görebilmiş değil.
Göremediği diğer bir husus ise “anayasayı halk yapacak” önermesinin ne anlama geldiği hususu. Bu körlük yalnızca akademi ile sınırlı değil, medya ve siyaset aktörlerinin durumu da içler acısı...
Türkiye konuşuyor ama...
Şimdi 1 Mayıs itibariyle anayasa yazım süreci başlayacak.
Konuşmaları veya TV Programlarını dinliyoruz. “Şimdi tüm partiler kendi tekliflerini ortaya koyacak” deniyor. Anayasa toplantılarında siyasetçi halka hitaben “sizin görüşleriniz bize ilham verecektir” veya “anayasayı yaparken sizden destek bekliyoruz” diye nutuk atıyor. Akademisyen “Türkiye’nin temel tartışma alanları Kürt sorunu, vatandaşlık tanımı ve inanç vb. özgürlük sorunlarıdır” diye sorunu bir çırpıda özetleyiveriyor.
Akademisyenin tespiti üzerinde durmaya gerek yok. Peki ya siyasilerin tutumuna ne demeli?
İki yıldan beri başlattığımız “toplum merkezli” anayasa çalışmaları sonucunda “Anayasanın halk tarafından yapılacağı, Meclisin ise bu anayasanın yalnızca hukuki belgesini yazacağı” esası benimsendi. Cumhurbaşkanı, Başbakan, muhalefet liderleri ve sivil toplum örgütleri bu esas üzerinden anayasa yapımına destek verdi. Seçimler bu minval üzerine yapıldı. Uzlaşma Komisyonu kuruldu. Toplum hareketlendi, araştırmalar ve anketler yapıldı. Artık toplum sözleşmesinin ne olduğunu biliyoruz.
Son dönem anayasa çalışmalarında TEPAV’ın Uzlaşma Komisyonu işbirliğiyle yürüttüğü “Türkiye Konuşuyor” toplantıları dikkati çekiyor. Her bir salonda ortalama 600 kişi masalarda anayasal sorunları müzakere ediyor, oylayarak görüşünü ve talebini ortaya koyuyor. Ortaya çıkan sonuçlar diğer anayasa çalışmalarında ortaya konan sonuçlarla örtüşüyor.
Nedir bu sonuçlar? Toplumun en az yüzde 80’i kurgusu, felsefesi, idealleri ve amacı itibariyle “sıfırdan” yeni bir anayasa yapılmasını talep ediyor. Bu “ademi merkeziyetçilik” demek, yeni bir anayasal düzenin inşası demek, vatandaşın devlet tarafından değil, devletin vatandaş tarafından tanımlandığı bir siyasal paradigma demek. Yani toplum kudretin generalden değil, dişlisi olduğu sistem çarkından kaynaklandığını görüyor.
Akademi dünyası bu kavrayışın dışında...
İlham kaynağı sayabilirsiniz
Bu anayasa toplantılarına gelip protokol konuşması yapan kimi siyasetçiler ise neredeyse yüzbinleri bulan toplumsal talep ve önerileri yalnızca “ilham kaynağı” veya “psikolojik destek” olarak görüyor. Bazıları ise toplumu dinleyeceklerine topluma kendi anayasa tasavvurunu dikte etmenin peşinde...
Hadi bunları tribüne oynama çabası olarak görelim...
Halkın talepleri toplanıyor ve tasnif süreci başlayacak diyelim. Muhtemelen böyle de olacak.
Ancak bu talepler neye göre tasnif edilecek ve nasıl bir mimari proje çizilmiş? Uzlaşma komisyonunun “akademik” uzman desteğiyle bir tasnif kriterleri listesi hazırladığı biliniyor. Peki, bu yapılırken toplumsal taleplere mi bakılmış? Maalesef!
Otuz küsur başlık 1961 ve 1982 Anayasası mimari projesinin esas alındığını gösteriyor. Peki, toplumsal talepler ne işe yarayacak? Binada kullanılacak aksesuarlar olacak, herhalde...
Bu şekilde sivil anayasa yapılmış olmaz.
Ama darbecilere “Bunun için mi müdahale edip başımıza iş açtık?” dedirtip kahırlarından öldürebilirsiniz.
Ve tabii ki Ankara’nın yolunu açarsınız.
Ama emin olun, milletin yolunu açmış olmayacaksınız.
Anayasayı yazarken, bu işin özü hakkında en azından darbeciler kadar fikir sahibi olsanız ne olur yani?